"İnsan Türünün Kısa Bir Tarihi"



Kitabı okumamın üstünden biraz uzun bir süre geçti yine de şu sıra çok satanlarda olması ve içeriğinin hayli ilgi çekici olması nedeniyle hakkında birkaç söz söylemeye karar verdim.
Yazarı Yuval Noah Harari olan Hayvanlardan Tanrılara Sapiens kitabı, kolektif yayınlarından çıkmış bir kitap ve kapağında da belirtildiği üzere ‘ insan türünün kısa bir tarihi’ni sunuyor. Ve fakat Sapiens kitabının insanlık tarihini sunuşu türünün diğer kitaplarından biraz daha farklı; kitap insanlık tarihini incelerken Sapiens’in bu zamana kadar geçirdiği evrimi konu alıyor, Sapiens’in oluşturduğu dil,kültür ve mitler masaya yatırılıyor.

Tarihin akışına yön veren üç önemli insanlık devrimini konu alan yazar, kitabı beş bölüme ayırmış ve izleğini Bilişsel Devrim, Tarım Devrimi ve Bilimsel Devrim üzerine kurarak ilerleyen sayfalarda bunları açımlamıştır.

Kitap insanı adeta bir bilgi bombardımanına tutuyor diyebilirim. Konuya o kadar bütüncül yaklaşmış ki bir primattan insana evrilişimiz ilk sayfaların konusuyken; son sayfalar bilimsel devrim,içinde bulunduğumuz sosyo-ekonomik sistem, inşa ettiğimiz kültür, onun getirileri ve bizleri bekleyen bir gelecek öngörüsü üzerine yazılmış.  Çok doyurucu,açık ve anlaşılır bir üslup ile yazılmış bir kitap.
Özellikle ideolojileri yeni zamanın dini olarak ele alışı ve dualizmin bir yansıması olarak dile getirmesi benim ilgimi çeken noktalardan biri oldu. Kapitalizmi ve kapitalizmin yasalarını ele aldığı bölümler ise çok yalın, sade ve açık bir üslup ile dile getirilmiş.


Yazar, insanın bir arada olmasını ve iş bölümü yapmasını ve ortak kurallara uymasını insandaki ‘inanç’ kavramını irdeleyerek anlatmış. Homo Sapiens’in örüntüler kullanarak rasyonel açıklamalar üretmesini ve insanın ‘dedikodu yapma’ özelliğinin gelişimi üzerindeki etkisinden bahsettiği bölümler de dikkat çekici.  ‘Bizi bir arada tutan şey mitlerdir.’ Bu cümlenin uzun bir açıklamasını kitapta bulabilirsiniz. Çok güzel ve yalın bir anlatıma sahip kitap, çok satanlarda olması belki onu klişeleştirir fakat değerinden bir şey kaybetmeyecektir diye düşünüyorum. Bu tür konulara ilgisi olanlar için zira genel bir sunum niteliği taşıyor.


                                                                                                                              MOMOS
Bir ay önce internette gezinirken karşıma çıkan Notre Dame Quasimodo Müzikalini görünce açıkçası hem şaşırdım hem de çok sevindim. Biletleri Biletix satıyordu ve orijinal müzikal oyuncularının fotoğrafı yer alıyordu tanıtımda, ben de hemen arkadaşlarıma haber verdim ve biletlerimizi aldık. Youtube üzerinden birkaç parçasını dinledim ve gösteri oldukça dikkat çekiciydi. Hatta müzikler o kadar hoşuma gitti ki bazı parçalar müzik listemde yer aldı bile…

Gösteriye gelecek olursak 14 Aralık Bostanlı Suat Taşer Açıkhava Tiyatrosunda sergilenen gösteriye gittiğimizde kapıda ki afişte gösterinin uyarlama olduğunu öğrendik. O kadar araştırmamıza rağmen bulduğumuz fotoğraflarda da hep yurt dışı fotoğrafları ve sahne örnekleri vardı. Yani sahnenin biraz aldatıcı olduğunu söyleyebiliriz.

Kumbara Görsel Sanatlar tarafından Türkiye’ de ilk kez gösterime çıkan ekip amatör kaldığını belirtmemiz gerekiyor. Açıkçası en büyük sorun orijinal müzikal olacağını sanmamızdı. Çoğu kişinin de böyle sandığını öğrendik. Amatör bir gösteri için talep edilen fiyat oldukça fazlaydı. Sahne, dekor açısından oldukça zayıf kalmış ve gösterinin içindeymişiz hissini yaratmadı. Gösteri başladığında açılış oldukça hoşumuza gitti. Gringore(şair) rolündeki kişi güzel uyarlanmış gayet başarılıydı. Fakat şöyle bir sorun vardı ki ekip içinde bir uyum vardı denemez. Sanki her bir oyuncu ve dansçı kendisini öne çıkartmaya çalışıyordu. Dansçılar özellikle hoşumuza gitmedi. Bizce en büyük kopukluğa neden olan dansçıların aşırılıklarıydı. Orijinal müzikalde o kadar göze batmayan dansçılar, uyarlama olarak karşımızda gördüklerimiz ise taktıkları bereler ve saçları ile hiçte 1800’lülerin Parisini yansıtmıyordu.

Sahne zaten oldukça küçüktü, Suat Taşer Tiyatrosunda herhangi bir gösteriye gidenler bilir. Yani dansçılara aslında hiç gerek yoktu ya da o kadar çok dansçıya gerek yoktu. Belle şarkısının uyarlaması oldukça güzel olmuş ama şarkının sonunda üçünün aynı anda söylemesi gereken yerde sadece tek bir kişinin sesi duyuluyordu. Yani o duyguya girebilseydiler ve daha sakin söyleseydiler daha da iyi olabilirdi.

Erkek oyuncuları tek tek ele aldığımızda oldukça başarılıydılar ses anlamında sadece takım halinde bir uyumsuzluk söz konusuydu. Sahne, dekor, makyaj geliştirilebilir. Esmeralda rolü için daha güçlü bir ses olmalıydı; Soprano bir ses değil de biraz daha Mezzo Soprano bir kişi olmalıydı. Madem orijinal bir müzikalin uyarlaması yapılıyor o halde Helene Segara gibi birisinin sesine yakın bir kimse olmalıydı.

Gösteriden önce fotoğraf ve kayıt almak yasak olduğu için elimde kendi çektiğim bir fotoğraf yok, bulabildiğim tek bu fotoğraf vardı. Eğer isterseniz Youtube üzerinden orijinal müzikal ekibini izlemenizi tavsiye ederim çok güzel bir gösteri ama uyarlamayı merak ediyor ve gitmek istiyorsanız da Ocak 2017 ayına kadar gösterileri devam ediyor diye biliyorum.

Sonuç olarak gösterinin aylar öncesinden orijinal müzikal olarak sunulması ve tanıtımında diğer ülkelerdeki gösterilerin fotoğraflarının yer alması bizler açısından tam bir aldatmaca olarak algılandı. Eğer baştan Kumbara Görsel Sanatlar’ın düzenlemiş olduğu uyarlama bir müzikal olacağı duyurulsaydı bu kadar tepki almayacaktı.

Victor Hugo’nun Notre Dame’ın Kamburu eseri hakkındaki inceleme yazımızı da adresinden ulaşabilirsiniz:


GAİA -FERONiA
Karanlıkta ışığın parlıyor.
Nereden geliyor, bilmiyorum.
Çok yakındaymış gibi görünüyor,
Oysa o kadar uzak ki.
Ne olursan ol;
Parla, parla küçük yıldız!


Masal tadında bir kitap MOMO. Küçükler ve hep küçük kalmayı başarabilmiş her yaştan okur için yazılmış. İlk basımı 1973 tarihinde gerçekleştirilen kitabımız, Michael ENDE tarafından ele alınan, modernizme karşı bir eleştiri niteliği taşımaktadır. Kitabın kurgusu ve anlatımı masalsı olduğu için, okuyucusunu sıkmayan bir akıcılığı var. Kitabın başlarında Momo size çok basit gibi gelebilir çünkü bende ilk sayfalarındayken azda olsa bu düşünceye kapıldım. Fakat kitabı alırken böyle bir kitap olduğunu biliyordum ki ilerleyen sayfalarda aslında hoşuma gittiğini fark ettim ve büyük bir keyifle okudum.

Kitap, başkahramanımız Momo ve arkadaşları ile başlamaktadır. Şimdilerde büyüklerin “Ah ah, nerede o eski günler, arkadaşlıklar, komşuluklar, esnaflıklar…” diye iç geçirdikleri yaşantı tasvir edilir. Daha sonrasında ise modernizmle ve kapitalist düzenle gelen zamansızlık, bencillik, para, sevgisizlik terimleri…  Şu an yazarken bile içime bir kasvet doğdu ama merak etmeyin kitabı okurken gayet tebessümle okudum. Anlatım tarzı ve olaylar karşısındaki karakterler çok iyi tasarlanmış. Aslında herkesin farkında olduğu durumu masalsı teknikle anlatılmasının altında okuyucusuna ders verme niteliği taşımaktadır fakat bunu suçlar derecesinde veya keskin hatlı eleştiri tarzında vermiyor. Bu nedenle çok akıcı ve severek okutmaya devam ettiriyor kitap kendisini.


Kitabın sonunda yazarın gerekli gördüğü kısa bir son söz yer alıyor. Aslında bu anlatılan hikâyenin, yazarın yolculuk ettiği sırada ona eşlik eden yolcu arkadaşının anlattığını ve son olarak “ Ben size bütün bunları dedim. Olup bitmiş gibi anlattım. Oysa gelecekte olacakmış gibi de anlatabilirdim. Benim için ikisi arasında büyük bir ayrım yok.” cümlesini okurlarıyla paylaşmış. 1973 yılından, günümüz 2016’sının ve ileriki zamanların tasviri Momo'da anlatılmış. Şu anlarda tamda zaman hırsızlarının tam güç çalışmasıyla modernizm ve kapitalizm tufanına kapılmış insanoğlunu ileriki zamanlarda neler bekliyor bilinmez. Ya da belki de biliniyordur!!!

Neyse, Momo gerçekten keyif alarak okuyacağınız bir kitap. Hem de keyif alırken bir nebze de olsun size farkındalık kazandırabilecek bir kitap. Ayrıca otuz dilde çevirisi yapılmış olan popüler kitabımızın arka kapağında ki yazısıyla bitiriyorum yazımı:

Zamanınızı çalıyorlar sevgili dostlar, kendi istekleri uğruna sizi kandırıyor
ve zamanınızı çalıyorlar… Ama Momo ve arkadaşları sizi uyarıyor…
Ey insanlık, dinle ve anla!.. On ikiye beş kaldı…
Aç gözünü tetikte ol!.. Hırsız çaldı zamanı.
Okuyun ve anlayın… Zamanınızı çalıyorlar.




FERONİA


Kitabı okuduktan bir süre sonra etkisinde kaldığımı belirtmeliyim. Açıkçası kitabın isminin “Kırmızı ve Siyah” değil de “Kızıl ve Kara” olmasını tercih ederdim. Nedenine değinmeden önce bahsetmek istediğim başka birkaç şey var.
Bu kadar iyi karakter analizleri olduğunu bilseydim çok daha önce okumayı isterdim. Karakterlerin psikolojilerini çok iyi yansıtan yazar bize insanı anlatıyor. Kitapta her bölümün başında epigraf olması ise içerik hakkında ipucu veriyor ve kitaba hoş bir hava katmış.

Başkarakterimiz Julien Sorel ‘in tasvirinde zihnimde canlanan ünlü bir Fransız oyuncu vardı ve kitabın başından sonuna kadar kafamda Julien’i canlandıran kişi o oldu. Başka bir kimseye dönüşmesine imkânı yoktu benim için; saçları, burnu, vücut yapısı, yüzündeki ifade her şeyi ile Louis Garrel’dı bana göre Fransız filmleri ile arası iyi olan kendisini bilir. Başkarakter zayıf çelimsiz bir kimse olmasına rağmen oldukça çekici bir yüzü olduğu kitapta dikkat çeker. Zaten sosyetenin önde gelen hanımlarını kendisine hayran bırakması yeteneklerinin yanı sıra birazda bu yüzden denebilir. Kitap boyunca göze çarpan en büyük unsur sınıf farkıydı. Alt tabakaya ait olan Julien Sorel kendisini sürekli küçük görür ve en küçük sözden bile alınan bir kişiliği vardır bunun içinde üst sınıfta yer alabilmek için o dönemin en saygın mesleğini yapar. Rahip olmayı seçer eğer Napolyon döneminde olsaydı o zaman da subay olmayı istediğini görüyoruz. Sürekli bir yükselme hırsı olduğu dikkat çekiyor. Kırmızı ve Siyah ismi de buradan geliyor; “Kızıl” o dönemin askeri kıyafetlerinin rengi, “Kara” ise kiliseyi temsil ediyor.

İlk kısım da Belediye Başkanının eşi ile yakınlaşan karakter çok sevmesine rağmen hırsları uğruna oradan ayrılır ve 2. Kısımda Mathilde ile tanışır. Bayan Renal ne kadar anlayışlı içten bir kimse ise Mathilde de o kadar şımarık bir kızdır. Sırf alt tabaka bir kimse olduğu için kız sürekli kendisine kızar ve Julien ‘i aşağılayarak ondan uzaklaşır Julien çok acı çekse de daha sonra kuralları öğrenmeye başlar. O kadar çok plan program yapar ki nasıl davranması gerektiği, nerede olması, ne giydiği her şey programlıdır. Asla içinden geldiği gibi davranamaz, çok fazla acı çeker ama istediğini alır. Aslına bakılırsa insanları etkilemek için o klişe ‘akışına bırak’ kavramı değil, daha çok istediğini almak için ortamı yaratan bir kimse görüyoruz. Açıkçası romantizmin o büyülü dünyasından ziyade gerçeklik daha göze çarpıyor. Elde edilen, bir an iyi olan iki dakika sonra sona erebiliyor. Sonsuza kadar kavramı yok. Etkiyi sürdürmek için sürekli başka bir taktik uygulamak zorunda…  Ruh halinde çok fazla dalgalanmalar yaşayan bu üç karakter de görüyoruz ki bir konu da ne kadar çok düşünürsek o kadar fazla sorun karşımıza çıkıyor.

Kitap ilerledikçe gerçekten istediği hayat bu mu diye sorgularken buldum kendimi, aslında kendimize dönüp baktığımızda bile olaylar o kadar tanıdık ki çoğu kişinin yaptığı şeyler ya da karşılaştığımız insan ilişkileri kitabın sonlarına doğru merak içinde okudum. Tüm o olan bitenler, gerçekten istediğinin ne olduğunu anlayan karakter artık pes eder.

Sonuca bağlamam gerekirse, yazar gerçek hayatında da Napolyon’ un ordusunda görev almıştır ve bazı soylu ailelerin yanında bulunmuştur. Bunun ne kadar önemli olduğu ise günlüklerinde belirtilmiş. Açıkçası Kırmızı ve Siyah bize daha çok yazarın kendisini anlatıyor Julien karakteri onunla gayet uyuşuyor. Napolyon ile seferlere katılmış ve gittiği her yerde hayatını büyük ölçüde etkiyecek ve kitaplarına konu olacak kadınlarla tanışmış. Bu kadar çok âşık olan yazar, kadınlardan bayağı çekmiş ama bunu iyi bir şekilde kullanıp yapıt haline getirmiş.

GAİA
FANTASTIC BEASTS AND WHERE TO FIND THEM
IMDB : 7.7
YÖNETMEN: DAVID YATES
Harry Potter severlerin soluğu hemen sinemada aldığına eminim. Bende onlardan biriyim.O meşhur başlangıç müziğini artık ne zaman duyarız kim bilir derken karşımızda Fantastik Canavarlar. Başroldeki Eddie Redmayne zaten çok beğendiğim bir oyuncuydu ve başrol için gayet uygun olmuş. Yarı utangaç yarı beceriksiz halleri ile Newt karakterini oldukça iyi canlandırmış. “Her Şeyin Teorisi” filmindeki performası ile Oscar alan bir oyuncu kendisi…

Yan karakter gibi bir anda karşımıza çıkan Jacop Kowalski ilerleyen dakikalardan eğlenceli ve vazgeçilmez bir kimliğe büründü desem yeri var. Harry Potter dünyasından 70 yıl öncesini anlatan hikâyede o atmosfer değil de daha çok fantastik bir İngiliz filmi havası vardı. İzlerken sıkılmadım, ilk yarı daha çok karakterleri ve canavarları tanıtma üzerineydi denebilir. Çok sevdiğim bir diğer oyuncu da Ezra Miller, Credence karakterini canlandıran oyuncu gayet iyiydi fakat Ezra’yı daha çok psikopat rollerde görmeyi seçerim. Mesela “Kevin Hakkında Konuşmalıyız ” filmindeki tavırları, mimikleri, davranışları ile resmen kendisine hayran kalmıştım. Filmde ise üvey annesi tarafından şiddete uğrayan ezilmiş bir çocuk görüyoruz yine pekte normal bir kişi denemezdi. Bir diğer karakter ise Colin Farrel, birçok filmini izledim ama nedense büyücü olması falan hani tabi ki güzel oynadı ama belki de rolü yüzünden seçilmiş olabilir.
Hollywood filmlerinin çok fazla subliminal mesajlar verdiğini biliyoruz alt metine bakarsak eğer filmde dikkat çeken en büyük unsur; Bayan Başkan kavramı oldu. Sürekli bu hitap kelimesinin kullanılması açıkçası dikkatimi çekti. Filmin New York’ ta geçmesi hem Amerikan Büyü Bakanlığını Hem de İngiliz Büyü Bakanlığını harekete geçirir. Bu sene gerçekleşen Amerika başkanlık seçimlerini biliyoruz. Açıkçası tüm medya, ünlü camiası Hilary’i desteklemişti yapılan anket sonuçlarında bile Hilary Clinton’ın kazanacağı bariz belliydi. Filmde de siyahi bir Amerikan Başkanı görüyoruz. Siyahi ve kadın olması çok manidar açıkçası eşarbın arasından görünen sarı saçlar… Obama da Hilary Clinton’ı desteklediğini açıkça belli etmişti. Zaten başkanlığa gelebilseydi Obamanın izinden gideceği konuşuluyordu.
Credence’ i kendi çıkarları uğruna kullanmak isteyen Percival Graves ise işine yaramadığı anladığı anda çocuktan vazgeçmesi sonra sırf tehdit oluşturuyor diye ne olduğuna bakılmaksızın kendilerinden değil diye gözlerini kırpmadan yok edilen birini görüyoruz. Amerika’ya eleştirel bir bakış, çevreye uyum sağlayamayan onunla uğraşmak istemeyenler çözümü yok etmekte buluyor. Bu daha çok mültecileri andırıyor hiçbir ortama uyum sağlayamayan bir yapılanma vardı ismini hatırlayamadım ama filmi izleyenler ne demek istediğimi anlamışlardır. Filmin asıl sürprizi ise Johnny Depp’ i karşımızda görmek oldu. Açıkçası o birkaç saniyelik diyaloğu bile oldukça renkli bir karakter çiziyordu zaten…


Sonuç olarak umarım hoşunuza giden bir yazı olmuştur. İyi seyirler.
GAİA
BRİEF EİNER UNBAKANNTEN

“SANA, ASLA BENİ TANIMAMIŞ OLAN SANA.”


Bu eserden sadece kitap diye bile bahsetmek az geliyor bana. Çok iyi gerçekten çok anlamlı, çok derin.  Hani şu klişe lafımız “ empati kurabilir misin biraz!” vardır ya işte bu eser bu lafı demeden okuyucusuna empati yaptıran bir eser. “O öyle olmaz böyle olur!” der gibi. Platonik olan saplantı gibi gözükse de aslında saf ve temiz olan gerçek sevgiyi anlatıyor daha doğrusu iliklerinize kadar yaşatıyor. Sanki o duygular benimmiş hissine kapılıyorsunuz sanki ben yaşamışım gibi.. Bu kadar his karşıya direkt ve yalın doğru bir şekilde nasıl verilebilir? Bazı eserler vardır -aşk temalı- romanın kahramanına acırsınız, üzülürsünüz. Bu eserde bu olmuyor. Sizi öyle bir çekiyor ki içine nefesinizi tutarak okuyorsunuz ve o anda bitiyor kitap. Bir, iki
saatlik dünyadan kopuş ve platonik aşk evreninde keşif.

Eseri almaya karar verdiğimde bu kadar etkili olacağı aklıma gelmemişti. Aldım ve en fazla iki saat sürmüştür, hemen bitti. Bitirdiğimde hala etkisindeyken yavaş yavaş ayaklarım yere bastı.  O kadar doğru bir anlatım var ki eserde, işte bu gerçek aşk diyorsunuz. Çünkü evet fark edilmeyi bekleyen bir kadın var ama sevdiği adama sırf sorumluluk yüklememek adına ve onu kaybetmemek adına tek kelime etmeden ve onu suçlamadan seven, ömrünü bu sevgiye adayan bir kadın. Günümüz ilişkilerinde hatta bu zamana kadar kimse bu kadar doğru sevememiştir bence. “Her şey karşılıklı dünyası”nda yaşarken “sen üzülme ben üzülürüm” duygularını bu derece beslemek mümkün değil maalesef. Bu eseri okurken bir tek bu düşünce beni yaraladı ve üzdü.

Eseri çözümlerken sadece kadın kahramanımız gözünden yorumlar yapabiliyorum. Erkek kahramanımız sadece aşık olunan genç ,yakışıklı, yazar ve sorumluluk almayan, gece hayatı olan bir kişilik. Tek bildiğimiz bu. Buradan da iyi veya kötü çıkarımlarda bulunmak mümkün ama onun da iç hayatını bilmediğimiz için ne kadar doğru olur?


Böylesine derin duyguların bir kadın gözünden, hissiyatından, kalbinden yazabilen yazarımızın erkek olması ise sözün bittiği yer. Daha hemcinsler birbirlerini anlamakta bu kadar iyi değilken bir erkeğin bu kadar başarılı psikolojik anlatımı olması gerçekten şaşırtıcı. Çok büyük bir başarı… 

FERONİA
Kitap ıssız bir adaya düşen uçağın enkazından sağ salim kurtulan çocukların yaşamını konu ediniyor. Uçakta sadece çocukların olması kitabın en dikkat çeken unsurlarındandır. Dünya bir savaştadır ve uçakta düşürülmüştür, fakat gerçekte uçağın düşürülüp orada olduğunu bilen var mı kitap boyunca bunu merak ederiz.
Kitap bir nevi alegori örneği,  Ralph bulduğu deniz kabuğundan ses çıkartması ile etrafta bulunan çocukların sese gelmesini sağlar. Deniz kabuğunun oldukça gösterişli olması onu elinde bulunduran kişiye bir üstünlük sağlaması çocukların deniz kabuğuna hayranlıkla bakması ve koşulsuz Ralph’i şef ilan etmeleri deniz kabuğunu din ile ilişkilendirmeme neden oldu. Ralph kişilik özellikleri de göz önüne alınırsa doğal bir liderdir. Sesi duyan ve ortaya çıkan bir diğer grupta siyah uzun kıyafetler içerisindeki çocuklardır. Bunların yaşları 13 civarında ve kıyafetlerinden dolayı bir gruba ait gibidirler. Grubun en asi karakterli olanı kendisini gösterir ama çokta zararlı durmaz. Kıyafetlerin tek tip olması zaten diğerlerinden belirgin bir şekilde ayrılmalarını sağlar.

Her şey çok güzel başlar ada tam bir cennettir fakat bazı sorunlar vardır. Bunun için herkes bir aradayken lider seçilmesine karar verilir. Doğal olarak Ralph kendisini öne atar fakat buna karşı gelen kişi Jack kendisin lider olmasının daha doğru olduğunu söyler. Jack’te doğal bir liderdir fakat Ralph daha insaflı olması açısından ondan ayrılır. Jack daha asi bir lider olarak karşımıza çıkar isteklerini gerçekleştirmek uğruna gözünü karartan ve tehlikeye atılmaktan çekinmeyen bir kişidir.

Kitapta bahsedilmesi gereken üç ana karakter var aslında; bunlardan ilki yani Ralph ilk olarak kendilerine kalacak yer yapmaları gerektiğini öne sürer. Adadan kurtulabilmeleri için de sürekli yanacak bir ateş olmalıdır ve bu görevi üstlenecek kişilerin olması gerektiğini çocuklara söyler.

Liderin Ralph olmasına içten içe bozulan Jack yine de çok ses etmez ve avcıların olması gerektiğini söyler. Yemek oldukça önemli bir konudur ada da, Jack ile ava çıkan bir takım kurulur. Her şey olması gerektiği gibi ilerler. Tabi ilk av günü Jack’in bıçağı çekip domuzu öldürürken tereddüt etmesi ve kendisinin küçük duruma düşmesi onu iyice hırslandırır. Kafaya taktığı tek şey öldürme hırsıdır. Gözü dönen Jack bir süre sonra ilk avını ele geçirir ve bunun galibiyeti olarak domuzun kafasını bir kazığa geçirir. Aslında bir nevi savaş ilan etmiştir. Ava çıktıkları grup o gün ateşin başında görevli olması gerekirken avlanmaya gittikleri için ateş sönmüş ve onları kurtaracak olan gemi de geçip gitmiştir.

Olayların çığırından çıktığı anlar burada kendini gösterir. İnsanlar gerçekten kötü mü doğar. Otorite figürü kendini nasıl gösterir. Yönetim anlayışı nasıl ortaya çıkmıştır. Hikâyenin başlarında gayet mutlu, eğlenen çocuklar nasıl oldu da bir anda bu kadar kötü oldular. Hikâyede dikkat çeken Domuzcuk aslına bakılırsa en mantıklı olan kişidir. Ralph bazen ne yapacağını bilmediği anlarda bile o soğukkanlılığını korur ama kimse Domuzcuğu dinlemez. Dış görünüşü yüzünden sürekli dışlanan karakter daha en başta olayın korkunç bir durum olduğunu bir düzen olması gerektiğini savunurken de kimse dinlememiştir. Jack ise aslında başlarda kararlara gayet uyarken ilk cinayeti ile iyice kötü bir kimseye dönüşür ve isyan ederek kendini lider ilan eder. Çocukları kendi tarafına çeker içindeki vahşiyi ortaya çıkartmak için her yerini simsiyah boyar insanlığını gizlemesi ve her istediğini yapabilme özgürlüğünü elde eder. Cennet gibi bir ada ateşin kontrol edilemeyişi ile kül olması…

Çocuklar üzerinden anlatılan roman aslından yetişkinleri eleştirmesi ve bazı şeyleri sorgulatması açısından oldukça güzel ele alınmış. Daha detaylı bilgi için kitabı okumanızı tercih ederim. İş Bankası Yayınevinin baskısında kitabın sonunda çok daha geniş bir şekilde kitabın incelemesinin olduğunu da görüyoruz o yorumda oldukça hoşuma gitmişti.
GAİA
          


Pablo PICASSO - 1937
"Bu resmi siz mi yaptınız?" "Hayır, siz yaptınız!"


Pablo Picasso' nun en önemli eserlerinden biri olan Guernica Tablosu' nun bir sergisi sırasında alman bir subayla yaptığı bu kısa ama büyük anlamlar taşıyan diyalog, sanatçının savaşa olan bakış açısını eseri kadar iyi bir şekilde dile getirmiş. Söz konusu olan kasaba ile aynı adı taşıyan ve onların acılarını Picasso' ya has bir dille anlatan "Guernica", üç çeyrek asırdan uzun bir süredir sanat camiasının savaş karşıtı sembollerinden biri olmuş ve en politik resim olarak tarihte yer edinmiştir.

 Picasso, Nazi almanyasının sırf denemek amacı ile yirmi sekiz bombardıman uçağına bombalattığı ispanyol Guernica Kasabası' nda yaşanan yıkımı, acıyı anlatmış ve savaşa karşı bakış açısını resmetmiştir. Anıtsal tablo niteliği taşıyan eserin boyutu oldukça büyük. Eni 7.76 cm, boyu ise 3.49 cm dir. Tablo yapım aşamasındayken, oluşturulan örneklerinin renkli olmasına karşın Picasso tablonun son halinde savaşın cansızlığını ve kasvetini vurgulamak için siyah ve beyaz tonlarını kullanmıştır.

   Eserimizi incelersek; Tabloda tüm anlatılmak istenenin oda görünümü olan bir mekanda gerçekleştiğini görürüz. Bu oda bize Guvernica kasabasından bir kesit olarak sunulmakta ve odadaki siyah tonun ağır basması bize savaş ortamının kasvetini anlatmaktadır. Tablonun geneline bakarsak bir kaos hakimiyeti söz konusu ve tüm figürlerde tablodaki en belirgin beyazlık olan ve kapı olduğu tahmin edilen sağ tarafa yönelim, bir kaçış ve uzaklaşma isteği görülmektedir. Eserde birçok imgeleme mevcut fakat hiçbirinin anlamı tam olarak netlik kazanmamıştır. Bu konu Picasso' ya sorulduğunda soruyu cevaplandırmamış ve kişilerin bakış açısının resme anlam kattığını söylemiştir. Bu yüzden resimdeki imgelemeler hakkında birçok uzman görüşüne rastlayabilirsiniz. Tablodaki ayrıntıları tek tek inceleyecek olursak, en belirgin iki imge olan boğa ve at, Picasso tarafından sıkça kullanılan figürler olduğu için üzerinde kesin bir yoruma varılamamış olmasına karşın en  yaygın kanı İspanya’ yı ve ispanyol halkını temsil ettiğine dairdir.

     Tablonun en solunda olan kuyruğu yanan bir boğa ve boğanın altında, kucağında duruşundan ölü olduğunu anladığımız bir çocuğu tutan kadın figürü görüyoruz. İspanya için önemli bir figür olan boğa burada bir nevi, dönemin yönetimi olan Franco hükumetini temsil etmektedir. Kadının kucağındaki çocuk ölü ve kadın çaresizce boğaya bakmakta, yakarmaktadır. Picasso bu  kadın figürü ile çaresiz  ve hükumetten yardım bekleyen halkı, kucağındaki ölü çocuk ile ise savaşın sebep olduğu binlerce gencin ve taze yaşamın yitişini  tasvir etmiştir. Dikkatlice bakılırsa görülecektir ki kadın ve at figürlerinin dilleri hançer gibi sivri bir görünüme sahiptir. Bu ise acı çığlıkların ve yakarışların resme dökülmüş halidir.



Diğer önemli figür olan at, tuvalin tam ortasında bulunmakta ve tıpkı kadın figürü gibi acı çığlıklar atarak yere yığılmaktadır. Atın gövdesine bir mızrak saplıdır ve ayakları altında gövdesi parçalara ayrılmış uzanmakta olan bir asker figürü resmedilmiştir. Bu askerin bir elinde bir kılıç ve bu kılıcın üzerinde bir çiçek, diğer elinin avucunun içinde ise çizikler bulunmaktadır. İspanyollar için diğer önemli figür olan at ispanyol halkını, vücuduna saplanmış mızrak ise  bu halkın kaba kuvvet karşısında yenilişini ve teslimiyetini temsil ediyor. At üzerindeki desenin gazete kağıdına benzemesinin sebebinin, Picasso'nun Guernica haberini  gazeteden  öğrenmiş olması olduğuna dair görüşler de mevcut. Parçalanmış askerin elindeki üzerinde çiçek biten kırılmış kılıç ise umudun sönüşünü ve yenilgiyi anlatıyor. Askerin diğer elindeki  çiziklerin işçi sınıfını temsil ettiğine dair yapılan yorumların yanı sıra bu işareti stigma* ile özleştiren uzman görüşleri de bulunmaktadır. Boğa ile at arasında ağlayan bir güvercin figürü görüyoruz. Picasso bu güvercini ağlatarak yok olan barış ortamını bize imgelemiş.

 Atın tam üstünde odadaki tüm figürleri aydınlatmakta olan göz şeklinde  bir lamba bulunmaktadır. Bu lamba kimi uzman görüşüne göre sorgu odalarındaki her mimiğinizi ve ayrıntınızı belli eden çıplak  ışık ile aynı anlamı taşıdığını ve  yaşanan acının tüm çıplaklığıyla Picasso' nun gözünden nasıl  görüldüğünü imgeliyor. Bir başka yoruma göre de tanrıyı ve onun herşeyi gördüğünü ima ediyor. 
       
Sağ tarafta  pencereden içeri ani ve hızlı bir şekilde merkeze yönelmekte olan ve elinde gaz lambası tutan, korku dolu gözlerle etrafa bakınan bir kadın figürü  görürsünüz. Bu kadın figürünün elindeki lamba ise herşeye rağmen umudun var olduğuna dair bir temsil. Hemen bu figürün altında gözlerini boş bir şekilde gaz lambasına dikmiş, duruşundan da anladığımız kadarıyla yaralı olan ve sürünerek bu lambayı izleyen  başka bir kadın figürü daha göze çarpıyor. Sanki bu kadın bizlere halkın durumuna rağmen birşeyleri umut ettiğini ve bu umudun peşinden gittiğini anlatıyor.
         
En sağda ise alevlerle sarılmış, yanan bir erkek figürü bulunmaktadır. Alevler tablonun genelinde olduğu için savaşın ardında bıraktığı yıkımı , çaresizliği ve ölümün getirdiği ıstırabı anlatıyor. Bu adamın bir elinin uçak şeklinde olması ise Picasso tarafından bombardıman uçaklarına yapılan bir göndermedir.
        



Guernica  tüm bu imgelemelere ve karmaşık yapısına rağmen ilk bakışta bile insanlarda istenilen etkiyi yaratabilen ve kübizmin en önemli örneklerinden  olan bir eserdir. Yıllar geçmesine rağmen etkisini kaybetmeyen eser, savaşlar yok olup unutulmadığı sürece de etkisini kaybetmeyecektir. Savaşın acısını bu denli somutlaştırarak bize sunmayı başarabilen Pablo Picasso’ nun da ne kadar değerli bir sanatçı olduğunu bir kez daha görmüş oluyoruz.

Stigma: Çoğulu Stigmata, yunanca kökenli bir sözcüktür. İşaret, damgalama ve iz gibi anlamlar taşır. Dini anlamda İsa' nın çarmıha gerilişi sırasında bedeninde oluşan izlere verilen addır.
İsa' nın katlandığı çile bağlamında stigmata hiçbir fiziki sebebi olmaksızın bedende belirgin olarak ya da görülmeyen acı duyusu şeklinde İsa' nın yara izlerinin insanlarda (ayaklarda, ellerde ve böğründe) ortaya çıkmasıdır. 

NOTT


RUN FORREST RUN …


Sinema dünyasında ayrı bir yeri olan filmdir bence. Konu olarak dönemin önemli olaylarına dikkat çekmesinin yanı sıra, başrol oyuncumuzun karakteristik yapısı ve IQ düzeyinin farklı olması olayların bu çerçeve etrafında olağan dışı gerçekleşmesi insanı düşüncelerle baş başa bırakıyor.

Küçüklüğünden beri sosyal yaşantısı tarafından soyutlanmış küçük bir çocuğun büyüyüp değişmesi normalleşmesi beklenirken filmde, aksine aynı küçük çocuğun hayatına devam ederken çaba harcamadan başardığı birçok olaylar yaşanır. 1944 ve 1982 yılları arasında ki Amerikan tarihinin önemli olaylarına dikkat çekilir ve Forrest Gump’da bu olayların tam ortasında yer alır. Bu kadar zayıf bir kişiliğin önemli insanların, olayların içerisinde olmasına anlam veremeyen, Gump’ı sırf farklı olduğu için aşağı gören bir tabaka şaşkınlıkla Gump’ı izler.

Film de ele alınan konu bakımından hem 44-82 tarihlerinde ki Amerika’nın sanat siyaset, toplumsal yaşam konuları hem de IQ'su ve karakteristik yapısı bakımından zayıf bir kişiliği olan, Gump’ı nasıl tanımadan yargılayabildiğimizi bize sunar. Forrest Gump, hayatın akışı içinde elde ettiği başarılarla çevresinde parmakla gösterilen kişi olarak kendisinden söz ettirir. Kimseyi yargılamayan, olayları, durumları sorgulamadan sadece yapan Forrest Gump.  Çoğu sahnede gülümseten ama altında düşündüren, hüzünlendiren Forrest Gump.


Film senaryo bakımından gerçekten çok iyi kurgulanmış. Aslında ilk kitap olarak yayımlanan Forrest Gump, 1994 yılında kitaptan esinlenerek Robert Zemeckis tarafından beyaz perdeye aktarılmış. Senaryo açısından ne kadar güçlüyse bir o kadar da çekim kalitesi, kullanılan müzikler, oyunculuklar bakımından söz ettiriyor. Kullanılan sahnelerde de eski görüntüleri verebilmek için gelişmiş görsel efektler kullanılmış. Öyle ki film gösterime girdiğinden itibaren kısa zamanda 1 miyar doları zorlayan bir hasılat edebilmiş. Burada da sadece film çekmek için çekilmediğini anlıyoruz. Kaliteli bir film örneği.  Aldığı ödüllerle de başarılı bir film olduğunu kanıtlamıştır. 1995 yılında 13 dalda Oscar’a adaylık veren film En İyi Erkek Oyuncu ve En İyi Film Ödülleriyle birlikte 6 ödül almış. En İyi Görüntü, Aktör, Yönetmen, Görsel Efekt, Uyarlanmış Senaryo Ve En İyi Düzenleme dallarında 67. Akademi Ödüllerini ve aynı dalda Altın Küre Ödüllerinde En İyi Aktör, Görüntü ve Yönetmen dallarında üçüncülük elde etmiş. Ayrıca altı dalda da Saturn Ödüllerine aday gösterilmiş ve En İyi Fantezi ile En İyi Yardımcı Aktör dallarında ödül almış.

Ayrıca burada üzerinde durulması gereken bir diğer konuda film de kullanılan müzik arşivi. Bunu kimse gözünden kaçırmamıştır eminim çünkü o kadar geniş bir yelpazesi var ki klasik, rock, rock’n’ roll, blues… Elvis Presley, Duane Eddy, Aretha Franklin, The Doors, Willie Nilson…  Gerçekten çok geniş ve kalifiye liste olmuş. Zaten filmin hemen ardından “Forrest Gump The Soundtrack” albümü hazırlanmış ve dünya genelinde 12 milyondan fazla satmış.

Oyunculuklara gelirsek başrolde Tom Hanks karşımızda. Oyunluğuyla ilgili buraya herhangi bir şey yazmam tamamen klişe kaçacaktır. Bu nedenle anlatılmaz yaşanır demekle yetiniyorum. Robin Wright, Gary Sinise, Mykelti Williwmson, Sally Field ile oluşturulan kadroda başarılı oyunculuklarını sergilemiştirler. Tabii ilgi Forrest Gump’da olduğu için Tom Hanks’in biraz gölgesinde kaldıklarını düşünüyorum.


Film o kadar güzel harmanlanmış ki müziklerle, görsel efektlerle, oyuncularla dört dörtlük terimi tam da bu film için geçerli. İzlenilmesi gereken film listenizin olmazsa olmazlarında bir film “FORREST GUMP”




FERONİA

Aldous Huxley’in 1932 yılında yayımlanmış distopya türündeki eseri  “Cesur Yeni Dünya” ; mutluluğun ve hazzın en üst değer olduğu bir toplumu betimler. 

Romanın atmosferini, laboratuvarlarda yapılmış, genetik kodlamalar ile sınıflara ayrılmış ve her biri hayatından memnun ve bulunduğu konumu “en iyi” diye adlandıran biyonik insanlar oluşturur.  Bu insanlar gündelik olarak belli bir doz “soma” hapını yutarak sorunsuz,sıkıntısız ve mutlu haz dolu bir hayat yaşarlar fakat bu “yapay” bir mutluluktur. Huxley’in Cesur Yeni Dünya’sı herkesin mutlu ve haz duyduğu bir dünyayı betimler. Bu dünyada acı ve ıstırap yoktur. İnsanlar kötü, olumsuz duygulardan bir doz soma alarak kurtulurlar. Her şey ulaşılabilirdir ve tutku, aşk gibi insanı ıstıraba sürükleyen duygulara yer yoktur.  İnsanların nihai amacı “mutlu olmaktır” bunu da soma yerine getirir ve böylece insanlar düzen için bir tehdit oluşturmaktan çıkarlar.  Kolluk kuvvetlerinin yerini soma alır. 

Romanda genetik mühendisliğinin neden olduğu şeyler dikkat çekicidir; bilim insanları genetik mühendisliğini sınıflı bir toplum düzenini dizayn etmek için kullanıyorlar ve bu dizayn doğum sonrası koşullandırmalar ile kusursuz bir düzen meydana getiriyor. Bütün insanların mutlu olduğu, her şeyin ve herkesin ulaşılabilir olduğu ve tüketimin her türlüsünün egemen olduğu bir dünya kurgusu niçin distopiktir ? Ve biz okuyucuları ürkütür? Şüphesiz bunda yapay oluşunun da bir payı var, diye düşünüyorum ve bizler üzüntü duymadığımız, tutku beslemediğimiz bir dünyayı tahayyül edemiyoruz. Hem böyle bir dünya çok sığ bir dünya olurdu.

Bir bakıma Huxley’in Cesur Yeni Dünya’sı yozlaşmış bir dünyadır. Toplumu, bireyselliği üst bir değer olarak kabul ederken bireyler arası bağları ve güçlü duyguları yadsır ve bunun sağlıksız bir edim olduğunu savunur. Huxley’in dünyasındaki birey kendi doğasından uzak, bilimin keşifleri ile şekillenmiş ve köklerinden koparılmış bir bireydir. O artık teknolojinin bir ürünüdür. Ve bu yapay dünyada ona insan köklerini hatırlatan duygulardan “soma” alarak kurtulur.

Diğer her  yerde olduğu gibi Cesur Yeni Dünya’da da farklı olan dıştalanan olur bu yüzden tellerin öbür tarafından gelen “vahşi” bir türlü kabul görmez ve sadece  seyirlik bir nesne haline gelir. Nitekim vahşi de onların bu yapay dünyasına alışamamıştır. Huxley birbirine tamı tamına zıt iki dünya betimler romanda: biri kusursuz bir düzenin hüküm sürdüğü huzurun ve refahın toplumu; diğeri sefaletin ve yoksulluğun ardında  geleneklerin egemen olduğu bir kabile toplumu.

Çok katmanlı bir yapıya sahip bu eser  totaliter düzeni ele alış biçimi nedeni ile Orwell’in 1984ünden çok farklı bir ‘distopya’ çiziyor.  

MOMOS
YALANLARIN ARASINDAN GERÇEĞİ BUL.



Amerika'da eskiden günümüze kadar süregelen bir araştırmacı-gazeteci The Boston Globe’un takımıdır SPOTLİGHT. Film gerçek bir olay içermekte bu da Spotlight takımının gün yüzüne çıkardığı bir davadır. Yönetmenliğini Tom McCARTHY üstlendiği Amerikan drama türünde olan film, 2015 yılında vizyona girdi.

Konusu günümüzde “ne yazık ki” hala güncelliğini koruyan ama 70-80' ler de meydana gelen bir olayın 2002'de anca gün yüzüne çıkarılmasıyla ilgili, çocuklara yapılan cinsel tacizi konu ediniyor. 90 tane sözde kilise rahiplerinin gün yüzüne çıkarılması. Üstü örtülemeyecek kadar hassas olan bu konunun kiliseye bağlılığının zedelenmesiyle karşı karşıya getirilmesi bir kez daha çıkar dünyasında yaşadığımızı gözler önüne seriyor. Filmi izledikten sonra Spotlight ekibinin başarısına sevinmekten daha çok büyük bir hüsranla ekranı kapattım. Çünkü 70-80’lerde meydana gelmiş bir olay. Yıl 2016 hala aynı olaylar her geçen gün gündemimizde yer ediniyor. 30-40 yıldır hiçbir şekilde bilinçlenemediğimizin gerçeği. Ve bu sadece bizim ülkemizde de değil dünyanın her yerinde böyleymiş ne yazık ki. Tabii bu tür olaylarda sistemin ayrıcalığını net bir şekilde görüyoruz. Filmde de görüldüğü gibi kiliseye karşı negatif etkilerin doğmasındansa konunun üstü çok kolay bir şekilde kapatılabiliniyor. Burada da sisteme karşı doğru ve güçlü olarak ayakta duran gazetecilerimiz var olması gerekiyor. 

Film de Spotlight ekibi bu haberi haber değeri yüksek olduğu için değil, konunun hassaslığının farkında oldukları ve bir şekilde üstünün kapatımasından duyulan insani rahatsızlıklarından dolayı bu olayı gün yüzüne çıkarıyor. Burada da yine günümüzde yapılan habercilik anlayışının nedenli doğru nokta olduğunu tekrar tekrar anlıyoruz.



Spotlight filmi, görsellik bakımından çok fazla eleştiri almakta. Bir an acaba görselliği çok yükse olsaydı nasıl olur diye düşündüm. Konu saptırılmadan görsellik dengesi kurulabilirse evet güzel olabilir ama şu yanı da var, bu denli önemli ve hassas bir konunun yalın haliyle ve direkt olarak olay üzerinden verilmesi de izleyici başka bir objeye, duruma ya da olaya yönlendirmiyor. Zaten eski bir dönem olayı oluğu içinde daha modern olmayan yapısı yine bize o dönemi hissettiriyor. Ben konusunu okuduğumda filmi görsel bir şov olarak izlemeye başlamamıştım ki bu görüntü kalitesi de ben de bir rahatsızlık hissi uyandırmadı. Aksine tamamen konuya odaklı olması beklentilerimi yeterince karşıladı. Diğer türlü olduğu zaman mesela oyuncuların yaşamlarına girdiğinde konu kopukluğu oluyor ve bu bende bu tür filmlerde daha da sabırsızlaştırıcı etki yaratıyor. Bu nedenledir ki filmin 88. Akademi ödüllerin de 6, 73. Altın küre de 3 adaylığı oldu. 88. Akademik ödüllerinde en iyi film ve en iyi özgün senaryo ödüllerini, 69. Bafta ödüllerinde de en iyi özgün senaryo ödüllerini almaya hak kazanmış.

Oyuncu kadrosu Mark RUFFALO, Michael KEATON, Rachel McADAMS, Liev SCHREİBER, John SLATTERY, Brian D'arcy JAMES'in oluşturduğu başarılı bir kadro. Olması gereken sınırında bir oyunculuk sergilemişler. Evet daha iyi olabilir miydi olurdu ama sanıyorum ki senaryoya ağırlık verilmiş. Yani herhangi bir oyuncunun performansı veya filmin görselliği konunun önüne geçmesi istenmemiş. Bütün kazanılan ödül kategorileri de bu düşünceyi destekler nitelikte.

Eğlenmek veya görsel bir şölen yaşamaktan ziyade, toplumsal bir konunun gözler önüne serildiği ve üzerine düşünülmesi gereken bir film. Üzerine düşünülmesi diyorum çünkü her toplumda meydana gelen ve biz de bu toplumun bir parçası olduğumuz için bizim de bir bakıma her türlü olayda sadece çocuk tacizliğini kast etmiyorum, bir paya sahibiz. Yani bu olaylar karşısında “ Allah kahretsin, tüh vah yazık” demekle kendimizi suçlulardan ayırmak yeterli olmuyor maalesef.  

Umarım daha bilinçli bir toplum olma yolunda adımlar atmaya başlamışızdır ve 30-40 yıl sonra “ 30-40 yıl önce neredeysek hala aynı noktadayız!” demiyor oluruz umarım…


FERONİA

THE GRAND BUDAPEST HOTEL
IMBD: 8.1
YÖNETMEN: WES ANDERSON

Stefan Zweig’ ın notlarından esinlenerek uyarlanan film birçok ödüle layık görülmüştür. Oyuncu kadrosunun zenginliği ,kullanılan dekorlar ve diyaloglar ile oldukça ilgi çekici bir yapıtı karşımıza çıkartıyor.

Masalsı anlatımı, çizgi romanları hatırlatan sahneleri, ironik diyalogları ile tam bir karakter ve durum komedisidir. Şimdiye kadar izlediğim filmlerden oldukça farklı diyebilirim. Özelliklede çok fazla Hollywood etkisinde kalan kişilerin filmden beklentisi daha farklı olacak ki internet üzerindeki yorumlamalar o şekilde görülüyor. Gel gelelim filmin ehli kişiler yani sinema eleştirmenleri tarafından oldukça olumlu yorumlar almıştır.

Filmin konusuna gelirsek biraz değinmek istiyorum. Film bir genç kızın, yazarın anısına yapılmış anıtının başında durması ile başlar. Yazarın 1968 yılında Budapeşte Oteline yaptığı gezileri anlatan kitabı okumaya koyulur. Daha sonra sahne değişir ve yazarın evine gideriz. Başlarda sahneden sahneye atlayarak insanın kafasında nereye varacak acaba diyerek meraklandırıyor. Oyuncu kadrosunun zenginliğinden bahsetmiştim. Sahneye sürekli tanıdık bir yüz giriyor fakat bağlanmamıza izin vermiyor sanki yönetmen, hikâye daha çok Sıfır Mustafa ve Odacı Gustave üzerinden ilerliyor.
Yazarımız Budapeşte otelinin eski şatafatlı günleri geride bıraktığını ve otelin neden kapatılmadığını öğrenmek ve bununla ilgili şeyleri yazmak üzere otele gider. Yazarın gençliğini canlandıran Jud Law’ı görüyoruz karşımızda, yazar otelin sahibi Sıfır Mustafa ile karşılaşır ve otele nasıl sahip olduğunu ve kapatmak istemediği hakkında bir konuşma ile hikâyemiz başlar.

Film gerçek tarihten ayrılarak gayet gerçekçi ve hayali bir Avrupa ülkesi macerası anlatması hem tarihsel süreçlerle dalga geçilmesi hem de tarihten kaçarak ondan intikam almayı denemek olarak değerlendirilmiştir.

Hikayenin başlarında sürekli bir şey anlatacakmış gibi yapılıp başka bir konu ve sahneye geçmesi insana biraz şok yaşatıyor. Açıkçası ilgiyi ekrana kitlemeyi başarmış. Sıfır Mustafa’ nın gençliğini oynayan Tony Revolori ise oldukça iyi bir oyunculuk sergilemiş. Gustave’ ın umarsız havasına karşın müşterilerine karşın gösterdiği incelik ve tavırları ise oldukça dikkat çekici ayrıntılar.

87.Akademi Ödülleri'nde; En İyi Yapım Tasarımı ve Set Dekorasyonu, En İyi Özgün Film Müziği, En İyi Kostüm Tasarımı ve En İyi Saç ve Makyaj dallarında ödüle layık görülmüştür. Film Şubat 2014 tarihindeki 64. Berlin Film Festivali açılış filmi oldu. Festivalde Jüri Özel Ödülü Gümüş Ayı ödülünü kazanmıştır.



Bağımsız sinemanın sevilen yönetmeni, bir Wes Anderson filmidir. Son zamanlarda izlediğim oldukça hoşuma giden ve kesinlikle tekrar izlemek istediğim filmler listeme eklemiş bulunuyorum.

GAİA
Bilim kurgu/ distopya türünde kaleme alınmış olan Ray Bradbury’nin eseri Fahrenheit  451 itfaiyecilerin yangın söndürmek yerine yangın çıkardıkları bir geleceği konu alıyor. Fahrenheit  451 kitapların yanma derecesini temsil ediyor ve itfaiyecilerin görevi kitapları bulup yakmak çünkü kitaplar toplumu tehdit ediyor.  İnsanlar okuyor, okudukça düşünüyor birbirinden farklı olduklarının farkına varıyor ve en önemlisi bireyselliklerinin farkına varıp içinde yaşadıkları dünyayı sorguluyorlar. Fahrenheit  451 evreninde işte bu olması en son istenen şey. İnsanları tvler ile yönet; reklamlar ile uyut. Aileleri televizyonları olsun. Sorumluluklarını yerine getirdikleri takdirde mutlular. Kendilerine yabancı ve mutlu.  Birbirlerini umursamıyorlar, birbirlerine yabancı kendilerine yabancı… Tek amaçları, tek istekleri eğlenmek, hız yaparak eğlenmek,  aile dedikleri ekrana bakarak tv programları ile eğlenmek… Aslında bu eğlenmek  uyuşmak, kaçmak demek. Gerçeklerden izole bir hayat.  Kapılarında bekleyen savaştan haberleri yok ve bir sabah onlar ekranlarına bakıp eğlenirken hep birlikte yok olurlar. Gerçeklikten uzaklığın getirdiği son…
 

Ray Bradbury’nin bu kitabında konu Montag denen ifaiyeci ekseninde döner. Montag’ın hayatı bir sabah 17 yaşında Clarisse adında bir kızla değişir. Montag bunu fark etmez. Clarisse bir gün hız yaparak eğlenen gençlerin cinayetine kurban gidene kadar fark etmez. Her sabah Clarisse ile metroya yürürken yaptıkları konuşmalar, Montag’ın zihninde delikler açar ve aslında kitapların söyledikleri içine nüfus eder. Bir zaman sonra yaptığı işi sorgular ve yalnızlığının, sığlığının farkına varır. Karısına yabancıdır. Karısı da ona. Nerede tanıştıklarını bile hatırlayamaz. Gökyüzüne hiç bakmadığını, ayı seyretmediğini fark eder. Bütün bunlar onu kitaplara götürür. Ve bir olaylar serisinin fitili ateşlenmiş olur. Ray Bradbury, niçin kitapların önem taşıdığını, okuma eyleminin önemini; bize kahramanların ağzından aktarırken, kurguladığı hikâye ile okumanın olmadığı yerde düşünme eyleminin de gerçekleşmeyeceğini anlatmış oluyor.


Kitapların yakıldığı bu çağda aslında insanlar kitap okumayı sevmiyor ve bunu bir saçmalık olarak görüyorlar. Toplumun çoğunluğu televizyon tarafından yönetiliyor. Düşünmeyi ve okumayı seçen bir avuç azınlık ise refah toplumundan ve şehirden uzakta saklanarak ve göze batmamaya çalışarak hayat sürüyor. Fakat yine de şehir yıkıldığında hayatta kalan onlar oluyor. Bence bu da biz okuyucular için bir gösterge. Kitap çok güzel.  Üstüne düşününce çok daha güzel. 


MOMOS
Paris’ in ünlü yapıları, katedralleri ve bunların en önemlisi Notre Dame…

Dönemin Paris mimarisi hakkında bolca bilgi verir. Mimarinin ne kadar önemli olduğunu anlatır, hatta bir bölümde sırf Paris baştan sona tasvir edilir. Yazarın yakındığı en büyük sorun; her yeni kralın tahta gelmesi ile mimari yapıya kendi tarzını yansıtmak istemesi sonucu, o güzelim yapıları yok etmeleri ve daha sade, çirkin bir yapılanmanın Paris’te başladığını ele alıyor. Notre Dame’ ın Kamburu eseri ilk çıktığında o kadar büyük bir ilgi ile karşılandı ki yapı yıkılmaktan kurtulup günümüze kadar gelebilmeyi başarmıştır.

Notre Dame’ a zamanla verilen zarar konusuna değinen yazar bu konuda oldukça kızgındır. İnsanın ahmak bir varlık olduğundan yakınır.   “Zamanın gözü kördür, insan ahmaktır “ der. Kilisenin tahribatında zamanın etkisinin az olduğunu, asıl insanların, özelliklede sanatçıların zarar verdiğini söyler. Son ikiyüzyılda mimar olarak yetişen kişilerin mimari yapılarda sürekli bir değişiklik yaratmalarına değinir. Kitaplar o zaman önemsizdir çünkü taş daha uzun süre dayanabilir, kitap ise sadece bir kağıt parçasıdır, bir kişi kendisini göstermek istiyorsa bunu mimari bir eser vererek yapıyordu. Düşünce ve bilginin gücü daha sonradan anlaşılmasıyla mimariye olan ilgi zamanla azalmaya başlamıştır. Bu sefer kimse o kadar büyük yapılarla uğraşmak istememeye başlamış, kitap yazmak için bir kalem, kağıt yeterken, mimari yapı çok fazla malzemeye gereksinim duymaktadır.

Kitap içinde anlatıldığı hikâye ile o günün şartları ve siyasi yapısına da ışık tutuyor. Paris’ in her köşesine kurulan idam sehpaları ve insanların nasılda kurbanlık bir koyun gibi haklı haksız oralarda asıldıklarını görüyoruz ve hikâye ne yönde ilerleyecek merakla bekliyoruz.

Hikâyeye gelecek olursak; Katedrale bırakılan çirkin mi çirkin bir yaratık Quasimodo ve çingeneler tarafından büyütülen güzeller güzeli bir kız, Esmeralda…

Kitapta dikkat çeken 3 erkek tipi var:

Phoebus, Esmeralda’ nın âşık olduğu subaydır. Erkekler tarafından hiç sevilmeyen hatta yüzüne bile bakılmaya değmeyecek beş para etmez bir kişiyken, kadınlar arasında oldukça hayran olunan ve yakışıklı bir kişidir. Çapkın ve içkiye düşkün olduğunu görürüz. Üniformanın verdiği bir saygınlık vardır.

Claude Frollo, başdiyakoz ya da kısaca papaz diyebiliriz. Tüm o dinin getirdiği dogmalara karşın Esmeralda’ya aşık olur. Onun ki sevgi değil, arzulamaktır. Esmeralda’ ya sahip olamayacaksa ölmesini tercih edecek kadar gözü dönmüş bir kimsedir. Sadece kendini düşünen bencil bir kişidir.

Bir diğer kişi Quasimodo’dur. Kimsenin yüzüne bakmaya değer görmediği herkesin aşağılayıp çirkinliğinden dolayı dalga geçilen birisidir. Fakat asıl seven erkek, edebi çerçevede bakıldığında kendisidir.

Bir kişi daha vardır ki keçi için Esmeralda’ dan vazgeçen, erkek bile denemeyecek bir kimse Pierre Gringore.

Paris’in her yerinde idam tahtalarının bulunduğu, bir çok kişinin doğru düzgün araştırılmadan asıldığını görüyoruz. Esmeralda ile birlikte olmak için türlü yalanlar söyleyen Yüzbaşı Phoebus, Frollo tarafından bıçaklanması sonucu tüm suç Esmeralda’ ya kalır. İşkence çektirilerek büyücülük ve cinayet suçlarının itiraf ettirilmesi sağlanır. İnkâr edersen işkenceler ile ölüyorsun, suçu kabul edersen idam ediliyorsun. Üstelik bir papazın lafına karşın bir çingenenin sözü ne kadar etkili olabilir. Phoebus’ un ölmediği gerçeği bile bu durumdan kurtulmasını sağlamaz çünkü bir çingene kimsenin umurunda değildir. Esmeralda ise bir umut Phoebus’ un onu kurtaracağına inanır. Subay ise kendisinin bir çingene ile adının anılmasını istemediğinden yolunu değiştiren bir kişidir.

Bir kişinin toplum tarafından sırf çirkin, topal olduğu için dışlanması ve dış görünüşüne göre yargılandığını Quasimodo karakterinde görüyoruz. En başta kötü bir kimse olduğu hissine kapılıyoruz çünkü herkesten nefret eden bir kimsedir. Toplum onu dışladığı için o da kendisini toplumdan iyice soyutlamıştır. Yaptığı meslek yüzünden sağır olan karakterin toplumla olan tek iletişim kaynağı tek gözüdür diğer gözü de bir hastalıktan dolayı küçük yaşta tamamen kapanmıştır. En azından kendisine söylenen hakaretleri duymak zorunda değildir artık. Hayatta tek bağımlılık hissettiği ve saygı duyduğu kişi küçük yaşta onu sahiplenen rahip Claude Frollo’ dur. Sırf Esmeralda mutlu olsun diye kendi mutluluğunu hiçe sayar.

Esmeralda’ nın bile Quasimodo’ nun çirkinliğine katlanamadığını görüyoruz. Dış görünüş uğruna çoğu kişinin hayatlarının nasıl sonladığı burada karşımıza çıkıyor. Phoebus ismi güneş tanrısından gelmektedir. Phoebus’ un Esmeralda’ dan vazgeçmesi ile çingene kızının hayatı karanlığa bürünür ve onu tekrar aydınlığa kavuşturmasını bekler. Boşuna bir bekleyiştir çünkü o kendisine aşık olan soylu bir kızla evlenmeyi tercih eder.

Frollo, Esmeralda’ yı ilk gördüğünde vurulur. Tek istediği ona sahip olmak hatta bu sapkınlık derecesindedir. Kendisi, kardeşi ve bir çok kişinin sonunu getirdiğini söyleyebiliriz.

Quasimodo’ nun durumu ise biraz daha farklı çok zor bir anında kendisine su veren iyi yürekli kıza aşık olur. Kendi görünüşü yüzünden istediği aşkı asla elde edemez anca ölünce kavuşurlar.

Kitapta her karakter trajik bir şekilde son bulur; Esmeralda asılır, Frollo Notre Dame’ dan aşağı ittirilerek ölür, Phoebus’un trajedisi ise evlenmesidir, Quasimodo yıllar sonra idam edilenlerin cesetlerinin atıldığı mahzende Esmeralda’ nın cesedine sarılmış bir şekilde bulunur.
GAİA

İş Bankası Kültür Yayınları
Hasan Ali Yücel Klasikler Dizisi
Özgün Adı: Notre Dame De Paris
Fransızca Aslından Çeviren: Volkan YALÇINTOKLU



HOWL'S MOVING CASTLE
IMDB: 8,2
YÖNETMEN: HAYAO MIYAZAKI

Bir insan neden yürüyen bir şato inşa eder? Yolları bir sabah tesadüf eseri Howl ile kesişen Sophie… Ateş cini ile yapılan bir anlaşma… Krallığın içinde bulunduğu savaşı bitirmesi umut edilen ünlü büyücü ve farklı kimlikleri ile Howl…

Hem kitabını okuyup hem de filmini izlemiş biri olarak diyebilirim ki animesi çok daha başarılı. Anime konusunda çok yetenekli olan Hayao Miyazaki tabii ki de mükemmel bir yapıt çıkartmış ortaya kitapla oldukça farklılık olmasına rağmen animesinin yeri çok daha ayrı bende. Diana Wynne Jones’ un eseri ise yine güzeldi fakat animeyi izleyince sanki kitap biraz eksik gibi geliyor bir bakıma da tamamlayıcı şöyle diyebilirim ki kitaptaki en büyük eksiklik; Howl - Sophie ilişkisi çok havada kalmış.

Fantastik bir dünyada geçen hikâyemiz Sophie adlı karakterin başından geçenleri konu alıyor. Sophie bir sabah yolda Howl ile karşılaşmasının akşamına cadı tarafından lanetlenir ve çok yaşlı birisine dönüşür. Büyüyü kaldırmasının bir yolunu aramak için yollara düşer. Yolculuğu sırasında genç kızların kalbini yemesiyle nam salmış kötü büyücü Howl’ un şatosuyla karşılaşır. Oldukça yaşlı olmasından dolayı onun kalbiyle pek ilgilenmeyeceğini ve kalacakta bir yere ihtiyacı olduğundan şatoya adım atar. Dikkatini çeken ateşi hemen farkeder ve öğrenir ki Calcifer bir ateş cini, Howl ile anlaşmasının sonucunda şatoyu hareket ettiren kendisidir.  Sophie’ yi ilk gördüğünde lanetlendiğini anlar fakat büyünün bir diğer kötü yanı da Sophie’ nin bu konudan kimseye bahsedememesidir.
Hikâye ana hatlarıyla bu kurgu üzerinden gidiyor. Anime ve kitabı karşılaştırmam gerekirse, animede Howl’ u meşgul eden şey savaştır. Kralın en iyi büyücüsü olarak savaşta yer alır fakat savaşta harcadığı güç yüzünden zamanla kendi kontrolünü kaybeder noktaya gelir. Bir yandan da kötülüğü ile nam salmış çöl cadısından kurtulmaktır amacı bu yüzden de herkesin kendisinin kötü kalpli bir büyücü olduğunu düşünmesini ister ayrıca savaşta bulunmak istemiyordur, bir şekilde bunlardan kurtulmak için bir sürü iş açar başına. Kitapta konu hep çöl cadısı ile sınırlı kalır. Michael adında da bir yardımcısı vardır. Filmde oldukça küçük bir çocukken kitapta 17 yaşlarında bir çocuktur. Dedikoduları yayan Howl’un isteği üzerine kendisidir. Kitapta Sophie’ nin kardeşleri üzerinde çok durulurken animede sadece başlarda görülürler. Bazı kısımlar kitabı okuduktan sonra tam olarak oturdu desem yeri var. Sophie büyü yüzünden çok yaşlı olmasına rağmen Howl’ dan etkilenir fakat bazı tavırları ise hiçte hoşuna gitmez, bir kere Howl güzelliğine çok düşkündür, çocuk gibi inatçı ve laf dinlemez bir yanı vardır. Kitapta ise arkasında birçok kırık kalp bırakmasından bahsedilir ve kapısına gelen kızlarla uğraşan Michael ve Calcifer bu konu hakkında konuşurlar. Kitapta Sophie’ de en az kız kardeşleri kadar güzel ve alımlı olmasına rağmen animede güzel olmadığından yakınır.

Daha bahsedecek çok şey var fakat asıl değinmek istediğim animenin çok daha güzel ve anlamlı olduğu kitap daha çocuksu bir imaj çizerken, Miyazaki’ nin hayal gücü ile konu daha zenginleştirilerek iyileştirilmiştir. Kitapta Howl oldukça sert tavırlara sahiptir animede çok daha centilmen bir kişi görürüz. Kitabın belki de çevirisinden dolayı olabilir ama anlatımı hoşuma gitmediği için pek beğenemedim sanırım. Belki de animesi o kadar iyi ki kitap gölgede kalıyor.

Sevgi ve arkadaşlık temasının işlendiği her yaşa hitap eden bir anime, normalde orijinal dilinde izlemeyi tercih ederim fakat Türkçe dublajının çok daha güzel olduğunu söyleyebilirim. İngilizce ve Japonca dublajında karakterlere ses tonu tam uymamış fazla sert, Türkçesinde ise daha yumuşak ve uygun bir hale getirilmiş.

Dünya çapında ünlü anime ustası Miyazaki’ nin bu filmine bir göz atın derim.



GAİA
Blogger tarafından desteklenmektedir.