BOHEMIAN RHAPSODY
IMDB: 8,4
YÖNETMEN: Bryan SINGER
Is this the real life?
Is this just fantasy?

Queen’nin ne kadar mükemmel ve efsanevi olduğunu zaten herkes biliyor. Hiç Queen dinlemedim diyen birisi bile mutlaka şarkılarını bir reklamda bir yerde muhakkak duymuştur ve melodiyi ezbere biliyordur… Sadece müzik dinlemek için sinemaya gittiyseniz istediğinizi almışsınızdır.

Film boyunca bir şeyler eksik geldi sanki olaylar fazla bağlantılı değil ve yönetmen her şeyi göstermek istediği için çok hızlı akıyordu. Freddie Mercury ve gruptakilerin hayatına daha çok yönelebilirlerdi, bize bilmediğimiz bir Queen anlatılabilirdi… Bunun aynısı zaten evde de var diyorsunuz ya da müzik listemde o yüzden normal zaman geçirmek için iyi bir filmdi sadece fazla bir beklentiye girmeden izlenmeli.
Başlangıç için çok olumsuz gelmiş olabilir ama sonuçta Queen zaten müzikleri için bile gidilir. Freddie’nin Mary diye bir sevgilisi olduğunu ve love of my life şarkısını ona yazdığını çoğumuz bilmiyordu belki de öğrenmiş olduk. Film boyunca en sevdiğim detaylardan birisi aralarındaki bağın hiç kopmamasıydı. En sevdiğim replik ve kesinlikle katıldığım kısım ise “para mutluluğu satın alamaz ama etrafa mutluluk saçmamızı sağlar” dediği o umursamaz andı. Tavırları biraz Oscar Wilde variydi.

Hayatta her şey mükemmel gitmeyebilir, hayat görüşünüz diğerlerinden farklı olabilir, dış görünüşünüze göre yargılanıyor olabilirsiniz ya da insanlar sizin garip olduğunuzu bile düşünüyor olabilir. Böyle bir zamanda Freddie vokalsiz kalan Smile grubunun başına geçmek ister fakat grup başta onunla dalga geçer çünkü koca dişli ve garip giyimi olan değişik tavırlı bir kimsedir ama tek bir şarkının küçük bir kısmını söyleyerek kendisini gösterir. İnsanlara fırsatlar verildiğinde kendilerini gösterme şansları olabiliyor ve Queen’i bugün hepimiz biliyoruz.
Çok ünlü bir yapım şirketi ile bir anlaşma imzalamalarından bir süre sonra şirket belli kalıplar dışına çıkıp riske girmek istemez ama Freddie kalıplar içinde kalmak için fazlasıyla sıradışıdır. Belli zamanlarda belli formüller kullanılabilir ama kişinin potansiyeli çok farklı olabilir; Freddie çok farklı bir sinerjiye sahipti ve kalabalığı etkisi altına alabilme gibi kendine has özelliği vardı. Şirketin yaptığı en büyük hata grubu kaybetmek olur. Çok iyi sanatçılarla çalışmış olan şirket altın plağa bile sahip olmasına rağmen tarihe Queen’i kaybeden şirket olarak kayıtlara geçer.

Film boyunca çalınmayan bir parça bilin bakalım neydi? Moulin Rouge filminden bir karşılaştırma yapmak istiyorum. Baş kadın karakter ölümcül bir hastalığa yakalandığını öğrendiğinde herkes Show must go on parçasını farklı versiyonda yorumlamıştı. Freddy hastalık haberini aldığında çok klişe olcaktı belki ama sonuçta kendi parçaları ve orada kullanılabilirdi. Belki de yönetmen Freddie bu şekilde olmasını istemezdi diye düşünüp fazla dramatize etmek istememişte olabilir. Son kısımda ise mükemmel bir konserle veda ediyorlar.
 Tekrar izler miyim? Muhtemelen hayır. Queen dinler miyim? Her zaman…

GAIA


AMERICAN BEAUTY
IMDB: 8.4
YÖNETMEN: Sam MENDES

“Adım Lester Burnham. Burası benim mahallem. Benim sokağım. Benim hayatım. 42 yaşındayım. Bir yıldan kısa bir sürede… Bakalım ne olacağım. Elbette, bunu daha bilmiyorum. Bir bakıma zaten yaşlıyım. Bana bakın. Duşta kendimi tatmin ediyorum.  Günümün en keyifli anı bu olacak. Sonrası ise hep yok olacak…”
Etkileyici girişleri olan filmleri her zaman sevmişimdir. Aslında çok basit bir giriş gibi görünebilir, adamın birisi basit bir hayat yaşadığından dert yanıyor. Hayır yanılıyorsunuz aslında sıradan olan bazı şeylerin nasılda kontrolden çıkacağının başlangıcı sadece bu kısım, gelin içeriğine bir göz atalım.

Film bana mahalle baskısının insanlarda ne gibi farklılıklara yol açtığını gösterdi desem yeri var : bakire sürtükler, nazi gayler, bir sevişse rahatlıyacak olan kişiler ve ergenliğin romantik noktaları... bu kimlikleri gizlerken nasıl davrandıklarını konu ediyor.

Başrolde Kevin Spacey gibi bir oyuncu yer alıyor ve rolünde çok iyi diyip klişe bir laf etmek istemiyorum ama House of Cards dizisindeki otoriter kimliği ile bu roldeki pasifliği gerçekten iki zıt kutup diyebilirim.

Film klasik amerikan ailesini anlatıyor. Hırslı bir emlakçı olan karısı Carolyn aslına baktığımızda hayatında kendini var etmesinin tek yolu kendini işine vermesi  gibi görünüyor. Ailesi ile fazla ilgilenmeyen ve hayranlık duyduğu emlakçılar kralı ile vakit geçirdikten sonra aslına bakarsanız istediği hayatın o olmadığını anlıyorsunuz. Bir şeyler yolunda değil ve iletişim eksikliğinden dolayı kişiler bunu her zaman farklı yerlerde arıyorlar. 



Film kızlarına verdikleri önemi göstermek için- çünkü başka nasıl gösterirler pek fikirleri yok- Jane'in amigo kızlık yaptığı gösteriye giderler ve olayların fitilini ateşleyen nokta burada patlıyor. Baba karakter kızının arkadaşı olan güzeller güzeli 16 yaşındaki Angela Hayes'e vurulur. Aklı fikri sürekli bu kızdadır ve onunla ilgili değişik fantezileri barındırır. Kızı bu durumun farkında olmasından dolayı babası ile arası zaten kötü olan karakter iyice gıcık olmaya başlar. 

Bir bölümde Angela Lester'ın ne kadar seksi olduğu ile ilgili Jane ile dalga geçer aslında biraz vücut çalışsa oldukça seksi göndermesini yapar ve babası bunu duyduktan sonra kendisini spora verir. İş yerinde baba karakter yani Lester'ı işten çıkarmak için bahaneler arayan patronuna bu motivasyon ile gidip işi bıraktığını söyler ama bu öyle elini kolunu sallayıp bir bırakma değil elbette şantaj ile yüklü miktarda bir ücret alarak hayallerindeki arabaya bile sahip olur. Açıkcası zavallı çalışanları işten çıkarmak için bahane arayan ve bunun nedeni de fahişelerle yediği paralardan sonra sıkıntıya düşen patronuna iyi bile olmuştur. Lester ise hayatından gayet mutlu bir şekilde ve hatta kendi kapasitesinin çok altındaki bir işe  "sorumluluk almayacağım bir iş istiyorum " diyerek fastfood dükkanında aşcı olarak işe başlar.


Biraz da diğer karakterlere değinelim; yan binaya yeni bir komşu taşınır ve komşularına hoşgeldin demek isteyen gay çifti, eski subay olan karakter ters biçimde karşılayarak homofobik bir hava çizer. Subay olan bu karakter nazi eşyaları ve silah koleksiyonu olan bir insan ve bir filmde bir silah varsa her zaman ateşlenir. Ricky'nin babası ile olan ilişkisi her zaman askeri bir nizamda olduğunu görüyoruz. Annesi zaten bitkisel hayatta gibi bir durumda yer alıyor tam olarak oldukça yalnız bir karakter.

Çocuğun elinde sürekli kamera ile karşı komşusunu çekmesi ise açıkcası tam olarak röntgencilik ama kızda bu durumdan bir süre sonra hoşlanmaya başlıyor. Çocuk anormal bir tip çizerken, çektiği filmlerden biri hakkında bir konuşma geçiyor, hani poşetin rüzgarda dans etmesini konu edinen sahnedeki " hayatta o kadar güzel şeyler var ki bazen kalbim sıkışıyor" aslında çoğu insan ne kadar şanslı olduğunun farkında değil ve mutsuz olmak için yer aramıyor mu genel hayatımıza baktığımızda da...

Angela ise insanların onun hakkında sürekli cinsel fantazilerde bulunmasının oldukça normal bir şey olduğundan bahsederken Jane'nin bunun iğrenç olduğunu belirtmesi oldukça dikkat çeken sahnelerden birisi çünkü her zaman ortamdaki güzel kız olan Angela ve arzulanması oldukça normal. Fotoğrafçının birisi ile yattığını çünkü manken olabileceğinden ve daha nice kişilerle yattığından bahsediyor film boyunca, yalnız onunla ilgilenmeyen tek erkekten yani Ricky'den ise anormal davranışlı bir psikopat olarak bahsediyor ama Jane yerine onunla ilgileniyor olsaydı bu durum onun için hiç sorun olmazdı. Sıradan bir insan olmanın sıkıcılığından korkan karakter güzelliğini kullanarak kendini var etme çabasında film boyunca açıkcası gerçek bir  "American Güzeli"

Jane'in davranışlarında ki nedenin en büyük nedeni ise aslında babasının ilgisizliğinden kaynaklanıyor. Bunu Ricky ile konuştukları bir bölümde de söylüyor. Ricky'nin ailesine karşı oldukça düzgün bir hayat sürmesinin altında ise babasına karşı bir başkaldırı var, yaptığı uyuşturucu satıcılığı bunun örneği denebilir. Babasının oğlunu gay sanması üzerine komşuları Lester'n evine gitmesi ve umduğunu bulamaması ise yaşadığı utanç sonucunda birinin ölümüne neden olur. Angela ise Lester'a istediği ilgiyi gösterdiği sırada aslında bakire olduğunu söyler ve Lester bunun bir hata olduğunu kızın sadece bir çocuk olduğunun farkına varır. Aslında ne kadar şanslı olduğunu farkeder ve zaten bir ailesi olduğu için oldukça mutludur...

Filmdeki bazı sahneler tam olarak tablo niteliğinde diyebilirim gül detayı oldukça güzel kullanılmış ve film birçok Oscar ödülüne aday gösterilirken bir kısmını da evine götürmüş diyebiliriz

En İyi Film, En İyi Yönetmen, En İyi Erkek Oyuncu (Kevin Spacey), En İyi Kadın Oyuncu (Annette Bening), En İyi Özgün Senaryo, En İyi Kurgu, En İyi Görüntü Yönetimi ve En İyi Özgün Müzik olmak üzere tam 8 dalda ödüle layık görülüyor.

Açıkcası izlediğim güzel ve fark yaratan filmlerden birisiydi. Yazımı bitirirken filmden bir alıntı yaparak bitiriyorum.

"Bugün geriye kalan hayatımızın ilk günü,
 Aslında bütün günler böyle,
 Öldüğümüz gün hariç..."



GAIA

Blogger tarafından desteklenmektedir.