Senaristliğini Yiğit Güralp’in üstlendiği, yönetmen koltuğunda da Can Ulkay’ın bulunduğu dram filmi olarak 27 Ekim 2017 tarihinde vizyona girmiştir.

Film konusu itibariyle Güney Kore savaşı sırasında ailesini savaşta kaybeden Ayla ve Türkiye’den yardım için giden askerlerden biri olan Süleyman Astsubay arasında ki oluşan bağı anlatmaktadır. Filmin konusu aslında gerçek bir yaşam hikayesinden alınmış ve beyaz perdeye yansıtılmıştır. Dram fimi olarak geçmekte film genel itibariyle. Fakat ağlamak ve gülmek eylemleri birbirleriyle ne kadar zıt gözükse de aslında aynıdır, aynı sıcaklığı samimiyeti yansıtır. Filmde de sadece ağlatmak duygulandırmak üzerine durulmamış gülmekte güldürmekte unutulmamış. 


Gerçekten Türk sinemasında belli başlı başarılı filmlerimiz var yabancı sinemasına göre. Ayla filmi de bu başarılı filmler içinde yerini alacak bir filmdir. Sadece anlattığı hikaye bakımından yaklaşmak istemiyorum oyunculuklar, görüntü, müzikler dram filmine göre çok çok başarılı.

Tabii ki konusu daha çok öne geçiyor. İşlenen askeri başarı olsun insani ilişkiler olsun Süleyman Astsubay ile Ayla arasında ki sevgi bağı olsun gayet yüreklere dokunan türden. Senaryonun gerçek hikaye olduğunu ben filmi izlerken öğrendim, normalde kurgu olarak düşünmüştüm.  İnceleme fırsatım da olmamıştı daha önce. Gerçek bir öykü olması yani orada ki yansıtılan duyguların gerçekten yaşanmış olması da insana daha çok işlemesini sağladı en azından kendi adıma. İzlerken dayanamıyorsunuz eliniz de olmadan yaşlar süzülüyor yanağınızdan. Hala daha hissedebiliyorum duyguyu.

Burada konusu kadar oyunculukların başarılı olmasının da çok etkisi var. Her rol her oyuncuya gayet yakışmış ve oturmuş. Asla bir yapmacıklık sezdirilmiyor. Her anlamda başarıyı yakalamış bir film Ayla.


Öyle ki Ayla 90. Oscar ödülleri için “Yabancı dilde en iyi film” adayı oldu. 4 Mart 2018’de gerçekleşecek ödül töreninde umarım hak ettiği başarıyı alır film. Ayrıca yönetmeni kadar senaristinin başarısının da göz ardı edilmemesi gerektiğini düşünüyorum. Yiğit Güralp’i de seyirci, ödül töreninde görmekten mutluluk duyacaktır.

Daha nice Ayla gibi başarılı filmlerimiz olur umarım ve başarılara imza atan senaristlerimiz, yönetmenlerimiz ve oyuncularımızla gurur duyarız. 



FERONİA


Yüzyıllardır bir çok insanı etkisi altına almayı başarmış, hümanist felsefeye dayalı strateji kitabı olan "Savaş Sanatı", tam tarihi bilinmemekle birlikte M.Ö 6. yy. ortalarında yaşadığı düşünülen, Zhou Hanedanı (Zu Hanedanı) ' na mensup olan He Lu' nun hükmettiği  Wu Devleti' nde yaşamış olan ve hükümdarın danışmanlığını yapan ünlü komutan ve filozof Sun Tzu (Sun Zi) tarafından yazılmış bir eserdir.

Dünyanın en eski strateji kitabı olarak kabul edilen bu eser, döneminin en önemli savaş stratejileri kaynağı olmuştur.
"Hesaplama"
"Savaş"
"Taktik Saldırı"
"Duruş (Konuşlanış)"
"Güç (Vaziyet)"
"Zayıflık - Güçlülük"
"Harekat"
"Dokuz Değişken: Binbir Olasılık"
"Orduyu Harekete Geçirmek"
"Arazi"
"Dokuz Arazi"
"Ateşle Saldırı"
"Casus Kullanma"
başlıkları altında on üç bölümden oluşan kitap Sun Tzu' nin ağzından yazılmıştır. Her bölüm savaşın farklı stratejik yönlerine değinmekte ve koşulların zafere ulaşma yolunda nasıl lehine çevrileceğine dair  bilgiler ve öğütler vermektedir. Ayrıca eser Çin atasözleri, özlü sözler ve eski Çin ölçü birimleri barındırmaktadır. 
       
Bir savaş strateji kitabından fazlası olan bu eserdeki, Sun Tzu' nin benimsediği ve kitabın temelinde yatan Taoculuk ve hümanizm görüşü, kitaba derinlik katmıştır. Verilen öğütlerden savaşmadan ve katliam yapmadan kazanmayı esas almasından bunu görebiliyoruz. Kitapta verilen bu öğütler ve taktikler gündelik hayata dahi uygulanabilir niteliktedir. Öyle ki 20. yy.' dan itibaren siyaset, ekonomi, iş dünyası, sanat gibi birçok alanın vazgeçilmezleri arasına girmiştir ve birçok esere alıntı olmuştur.
       
İlgilenenler için "Sun Tzu and the Art of Business: Six Strategic Principles of Managers" adlı, iş dünyasına yönelik bir kitap da mevcut.

NOTT
ALIEN: COVENANT 2017
YÖNETMEN: Ridley SCOTT
IMDB:7
Çok fazla bilim-kurgu filminin çıkmasına bağlı olarak şu aralar fark etmişsinizdir ki ana konu yine aynı, insan ırkı başka gezegenlere gidip koloni kurmaya hazırlanıyor. Tabi doğal olarak yolculuk sırasında yine binbir türlü zorluk baş gösterecek ki filmi izleyelim. Sonuçta bir filmde kötü adam ne kadar iyi ise filmde o kadar iyi oluyor.

Predetor ve Alien filmlerini başından beri çok severim ama daha çok Predator fanıyım desem yeri var. Özellikle de “Predator vs. Aliens” filmlerinde Predator’ u  bayağı etkileyici ve korkutucu bulmuştum, çünkü hem aşırı zekiler hem de çok ileri bir teknolojiye sahiptiler, Alien da ise olay daha ilkel fakat her zaman film seçerken yine en önemli nokta yönetmen benim için Ridley Scott olduğunu duyunca hiç düşünmeden gittim. Hazır bilgiler tazeyken sizinle de paylaşayım.

Film Alien devamı gibi gözükse de Prometheus filminin devamıdır. Prometheus’ u izlemeyenler için filmi izleyenler de bazı kısımlar tam oturmamış olabilir belki, her ne kadar David sahneye çıksa ve nedeni açıklansa bile önce ki filmi izleyen için daha farklı olacaktır.
Filmin başlangıcı bana Passengers filmini anımsattı biraz geminin bir yıldız patlaması sonucu hasar alması ve mürettebatın uyanması kısmından bahsediyorum. Daha sonra asıl hedeflerine gitmekten vazgeçip daha yakın alternatif bir gezegene gitmeleri ise hedeflenen yoldan başka bir yola girdiğimizde başımıza nelerin geleceğini gösteriyor sanki.

Prometheus filminde David’i açıkçası çok sevmiştim fakat tayfasının yok olmasından sonra varoluşu sorgulayan David akla şu soruyu getiriyor David’i insan yaratmıştır ve insan da zaten kendi yaratıcısını aradığı için şuan o gezegende mahsur kalmıştır. Üstelik kendisini yaratan insandan çok daha üstündür çünkü insan öldüğünde bile o yaşamaya devam ediyor. Bir üst modelimiz olan Walter filmin başında yaratıcısı olan insan ile konuşurken o da varoluşu sorguluyor. David ise kendisini Tanrı konumunda görmeye başlayıp insana savaş açtığını görüyoruz çünkü her ne kadar insandan üstün olduğunu düşünse bile aslında insan olamadığı için ve insanın belirlediği kurallar dâhilinde-yazılım/kodlar- kaldığı için öfkelidir. Bunu da notaları Walter' a öğretirken "Yeni bir nota üretemeyiz yalnızca olanları çalabiliriz diyor." Byron’dan bir çok alıntı yapan David bir bölümde Walter’ a okuduğu şiirde ne kadar kibirli olduğu gözümüze çarpar ve kendini gördüğü konumu aslında bize direkt olarak söyler:

“Ben Krallar Kralı Ozmandias’ım."
Ey güçlü olan, şu yaptığım işlere bak ve titre
O tarihi anıtın, uçsuz bucaksız çevresinde
Arasan sadece koca bir gövde ve kalıntılar
Başkaca uzanıp giden yalnızlık ve kumlar"

Yalnız bir hata vardır şiir kime ait dediğinde David, "Byron" cevabını verir. Walter ise "Hayır Shelley" diye düzeltir onu, sadece Shelley demesi akla Frankenstein' ın yazarı ünlü Mary Shelley' i akıllara getirir. Her ne kadar Percy Bysshe Shelley’ den bahsediyor olsa da güzel bir çağırışımdır. Frankenstein’ da da Tanrı rolünü oynayan Dr. Frankenstein yarattığı şeyden hiç hoşlanmaz ve ona canavar der. İnsan bir canavar yarattı ve David de kendi canavarlarını yaratmaya başladı.
Değinmek istediğim bir diğer nokta Alienların yeni formu; sanırım daha insansı ve daha estetik bir formları olduğunu söylemeliyim. David ile iletişim kurdukları o sahnede hani kaptan ateş açmıştı sonra üstüne de David azarlamıştı kaptanı orada bayağı etkileyici buldum. İlk filmlerde daha ilkel bir yapıda olan yaratıklar insanların yüzlerine atlıyordu hatırlarsanız ve yumurtalar o şekilde yeni kovan buluyordu burada yine bu ilk türe ait yaratıkları görürken sadece hava yolu ile canlı bir form bularak hayata tutunabildiklerini görüyoruz.
Filmin başında çok tanıdık bir yüz görüyoruz üstelik tayfanın ilk kaptanı olan kişi hani kapsülde ki sorun nedeni ile filmin çok ufak bir kısmında yer alıyor. James Franco’yu görmek şaşırttı ama asıl şaşırtan filme girmesi ile çıkması oldu sanırım.


Filmin sonu ise devamının geleceğinin göstergesi zaten ama asıl soru Daniels ve Tee’nin başına nelerin geleceği umarım Elizabeth Shaw’ın başına gelenler gibi olmaz artık bekleyip göreceğiz.

GAIA
ROMEO VE JULIET
YÖNETMEN: Baz LUHRMANN
IMDB:6,8



"Şiddetle başlayan hazlar,
Şiddetle son bulurlar.
Ölümleri olur zaferleri, 
Öpüşürken yok olan ateşle barut gibi..."



Öncelikle yönetmen hakkında söylemeliyim ki en sevdiklerim arasında kendisi, nedeni ise filmlerinde görselliğe oldukça önem vermesi, sanki bir filmden çok fotoğraf gibi akıyor sahneler, Baz Luhrmann’ın filmlerinde her kare ayrı bir güzel oluyor. Daha öncede Moulin Rouge ve Muhteşem Gatsby filmlerinin incelemesini yapmıştık. Bugünde yüzyıllar öncesinin bir hikâyesi olan Romeo ve Juliet’in Miami yorumu ile daha günümüze yakın olan bir çerçeveden bakacağız.

Hikâye bilindiği üzere iki düşman ailenin çocuklarının birbirine olan aşkı ve ailelerin düşmanlığı çerçevesinde dönüyor. Film en başta televizyon haberlerine bile konu olan kavgaları ile her zaman gündem de olmaları ile başlıyor ve filmin bitimi de yine haberlerde yer alıyor. Hikâyenin detaylarına girmeyeceğim çünkü zaten az çok herkes aşinadır. Ne zaman bu iki ailenin gençleri birbirlerini görse bir kavga başlıyor, tabi kılıçlarla olan bir düello olmuyor. Kılıcını çek denildiğinde kılıçlar yerine kılıç ismini taşıyan silahlar yer alıyor.
Film absürtlükler ile başlıyor, sürekli eğlence, dövüş derken davetsiz bir partiye katılan Montaguelerin genç varisi, Juliet’ i görüyor. Kızın gerçekte kim olduğunu öğrendiğinde ise birbirlerinden çok etkilenmeleri sonucunda evliliklerinin aileler arasındaki anlaşmazlığı sonlandıracağını düşünüyorlar.

Filmde Romeo’yu canlandıran Leonardo Di Caprio ’nun filmdeki görüntüsü giydikleri her şeyi ile tam olarak zihne kazınan bir karakter olarak karşımıza çıkıyor. Şimdiye kadar yüzlerce kez oynanan bir oyun olmasının yanı sıra sinemaya da defalarca uyarlanan filmin en bilinenler arasında olmasına şaşmamamız lazım. Bir diğer karakter ise Juliet’i canlandıran Claire Danes, açıkçası ilk başta pek etkileyici gelmedi diyebilirim ama filmi izlemeye başlayınca kesinlikle çok iyi bir karar dedim. Claire Danes’i çok fazla dizilerde falan görüyordum fakat Juliet olduğunu fark ettiğimde açıkçası şaşırdım. Kendisi daha çok dizilerden aşina olduğum bir kimseyken; Leonardo kariyerine sinema dünyasından ilerlemeye devam edecek ve zaman geçtikçe adından daha da bahsettirecek…
Filmin eski ve yeniyi bütünleştiren bir tarafının olmasının yanı sıra repliklerin daha çok shakespearevari bir şekilde olduğunu da söylemem lazım. En başlarda biraz garip gelmişti fakat konu ilerledikçe her şey yerli yerine oturuyor ve bir şölene dönüşüyor. Tabi herkes aynı fikirde olmayabilir şahsen filmi ilk izlediğimde lise 2. Sınıftım ve pek bir şey anlayamamıştım replikler kafamı karıştırmıştı. Şuan üniversite son sınıfta tekrar izlediğimde ise ne kadar mükemmel bir film olduğunu fark ettim. Leonardo ise en sevdiğim oyuncular arasında daha da bir yükseldi demeliyim.
En hoşuma giden karakterlerden biriside Romeo’nun arkadaşı olan Mercutio oldu. Rolü o kadar sempatik oynamış ki ölmesi açıkçası üzücü oldu. Zaten olayların karışması buradan sonra başlıyor.

Filmin son sahnesinde Romeo, Juliet’in mezarına geldiği sırada içerisinin mumlarla aydınlatılmış olduğu karelerde aklımdan geçen ilk şey o kadar çok mum, nasıl hepsi aynı anda yanabildi ve bu sahneyi nasıl çektiler diye düşünmeden edemedim.
Bir diğer bahsetmek istediğim şey ise filmden bağımsız olarak One Piece adlı dünyaca ünlü animenin-ayrıca benimde çok sevdiğim bir animedir-başkarakterlerinden olan Sanji karakterinin kimden esinlenildiğine de değinmeden geçemeyeceğim, anime zaten karakter yaratımı açısından tanıdık simalar kullanması ile biliniyor. Romeo’nun sürgüne gönderildiği kısımda karavanın dışında oturup beklerken giydiği siyah takım elbise, sigara içişi, yürüyüşü her şeyi ile tıpatıp aynı diyebilirim. One piece dünyasının Romeosu da diyebiliriz.



Filme bir göz atmadan geçmeyin derim. Özellikle de oyunculuk ve görsellik için izlemeye değer.


GAİA

14 Kasım 2016’ da yayına girmiş olan Walt Disney Animasyon tarafından üretilen ve piyasaya sürülen Amerikan Bilgisayar Animasyonlu ailenin filmi. Zootopia’dan sonra 2016 yılı içerisinde yapılmış ikinci uzun metrajlı film olarak kendinden söz ettirmektedir.

Günümüzde artık daha çok animasyon filmlerle karşılaşmaktayız ve sadece çocuklar değil büyüklerde düşünüldüğü için çok mutluyum kendi adıma. Çünkü animasyon filmlerin, içimizde ki çocuğa seslendiğini düşünüyorum. Her ne kadar fiziki ve mantıken değişime uğrasak da ruh diye bahsettiğimiz olguda masumluğumuzu ve umutlarımızı saklıyoruz. Animasyon Filmler, “eskiden” çocuk filmi deyip görmezlikten geldiğimiz, artık saf gerçekliği, aktarılmak istenilen mesajı doğrudan insanlığa veren eğlendirici ve öğretici filmler olarak beğenimize sunulmaktadır.


Moana’da Walt Disney karakterlerinden farklı çizimiyle oluşturulmuş prenses -kendi deyimiyle “şef”- olan yeni karakterimiz. Açıkçası farklı olması çok sempatik olmuş. Özellikle Moana’nın bebek hali çok tatlıydı :).
Görsellik, renkler, karakterler birde danslar ve müzikle birleşince gerçekten eğlenceli bir film ortaya çıkmış. Ayrıca bir diğer hoşuma giden nokta ise mitolojik olgu ve kavramların kullanılması. Maui'nin ateşi çalıp insanlara hediye etmesi ile Prometheus'a, Moana'nın kalbi takması sonucu toprağa dönüşen ruh ile Mother Earth'e yani Yunan Mitolojisinde Gaia olarak adlandırılan Doğa Anaya gönderme yapılmış. Mitolojik unsurları hemen hemen bilim-kurgu filmler de sıkça rastlayabiliyoruz. Fakat çocuklar açısından baktığımızda animasyon filminde bu tarz mesajlar dikkat çekici olmuş.            -Bir gönderme de benden bu yazımdan; Kritik İncelemeler yazar arkadaşım, Gaia'ya olsun :) -




Moana hem ele aldığı kültür bakımından hem karakterler yapısı bakımından değişik ve güzel bir animasyon filmi. Ayrıca film içerisinde birçok kez şarkı söylemleri ile karşılaşmaktayız. Bu yönüyle birazda müzikalimsi bir havası da yok değil. Özellikle Maui’nin şarkısı favorim oldu. Filmde, illa bir alt metinden mesaj veriyim kaygısı olmamış, çokta iyi olmuş. Bazen mesaj kaygısına kapılınca film eğlendirici havadan çıkıyor ve sıradanlaşabiliyor. Ki animasyon filmlerin sıradanlaşması demek vasatlık demek olarak düşünüyorum.

Adada yaşayan Polinezya kabilesini ele alan filmimiz de, Moana kabilesinin gelecekte ki şefidir ve kabilesine sahip çıkıp hizmet etmesi beklenmektedir. Fakat Moana, Büyükannesinin anlattığı efsanevi hikayeden etkilenmiştir ve okyanusun cazibesi de onu oldukça çekmektedir. Efsanenin de doğruluğuna inanan Moana merakı ve kabilesine yardım etmek amacıyla bir serüvene atılır. Bu serüvende ona eşlik edecek olan Maui ile olaylar bir bir gerçekleşmeye başlar. Ha birde şapsal hayvanımız Hei de onlara eşlik etmektedir.

Orijinal diliyle izlemek tabii ki en doğru seçim fakat Türkçe Dublajı da fena olmamış. Yani en azından benim hoşuma gitti. Tabii çeviri yapılırken cümleler değişime uğrayabiliyor ama dediğim gibi çokta rahatsız edici değil.

Eğlenmek, gülmek ve biraz olsun çocukluğu hissetmek istiyorsanız izlemenizi tavsiye ederim. Yüzünüzde tebessümle izleyeceğinizden kuşkunuz olmasın.


MAUİ’nin “Türkçe Dublajlı haliyle” dediği gibi hepiniz;  CANIMSINIZ :)




FERONİA




“Ben bir müşteri ya da bir hizmet kullanıcısı değilim… Ben, bir sosyal güvenlik numarası, ekrandaki bir görüntü değilim… Sizden hakkım olanı istiyorum. Ben, Daniel Blake, bir yurttaşım. Ne daha az, ne daha fazla.”


Uzun süredir izlemek istediğim filmlerden biriydi: Ben, Daniel Blake.


Filmi az önce bitirdim. Hakkında yazılmış birkaç yazıya denk geldim, onlara baktım. Farklı bir konu olmadığı ve “sıradanlığı” yüzünden Altın Palmiye’ye layık görülmesi eleştirilmiş.  Konusunu işleyiş bakımından da zayıf bulanlar olmuş. Fakat ben bu tür olumsuz eleştirilere katılamayacağım gibi Altın Palmiye konusu da bu konunun eleştirmenlerine kalmış bir yönü…

Gündelik hayatımızın her yanında karşımıza çıkan bürokratik işleyişi ve içinde bulunduğumuz düzeni yalın bir dil ile anlattığını düşündüğüm film: Daniel Blake adında marangoz ustası bir adamın kalp krizi geçirerek işini bırakmak zorunda kalışını ve sosyal güvenlik kuruluşundan çalışamaz raporu almaya çalışmasını konu alır. Daniel Blake bu süreçte, iki çocuğu ile tek başına Londra’daki bir evsizler yurdundan Newcastle ‘a yeni taşınan Katie ile tanışır. Film temelde bürokratik işleyişi ve post kapitalizmi eleştiri yağmuruna tutarken yabancılaşmış ve “ben”ciliğin üst bir değer olduğu toplumda; Daniel, Katie ve çocuklarının aralarında gelişen dostluğu, paylaşım ve yardımlaşma gibi insani konuları sadelikle ele alır.

Diyebilirim ki beni en çok etkileyen şey yoksullukla mücadele etmeye çalışan insanların aralarındaki paylaşım ve içtenlikti. Filmi izlerken zaman zaman kendimi Kafka’nın Dava’sında buldum. O bürokratik engeller, soğuk insanlar, tedirgin ve yılgın bir bekleyiş ve sanki bir labirentteymişçesine karmaşıklaşan süreç… Kurumdaki insanların soğuk tavırları ve aralarından biri samimiyetle yardımcı olmaya çalışınca ‘kötü örnek’ olacağı için azarlanmasını da ben; liberal politikalar ile yönetilen ülkelerin sosyal devlet anlayışına bakışına yorumladım diyebilirim. Hasta yatağı için bile vergi ödeyen insanlar emekliliklerini sağlayacak bir gelire bile sahip olamıyorlar. Filmde bir diğer dikkate değer nokta vasıflı işçi ve yahut memur olan kimselerin daha soğuk, kayıtsız ve duyarsız olmalarıydı ve fakat buna zıtlık teşkil edecek biçimde Daniel ve Katie ve çocukların ilişkisine baktığımızda ve Daniel’in genç erkek komşuları ile ilişkisinde daha samimi, içten ve ‘halden anlayan’ bir atmosfer gördüğümüzü düşünüyorum.


Filmde insani değerler ve ekonomik düzenin adaletsizliği ve bürokrasinin katılığı çok sade bir biçimde anlatılmış ve bu sadelik (bence) hikâyeyi çarpıcı bir hale getirmiş. Çok güçlü bir gerçekçiliğe sahip olan film bana sanki bir kurgudan çok uzakmış gibi göründü diyebilirim. Gerçekçiliği çok vurucuydu.





MOMOS
AMADEUS 1984
YÖNETMEN: Milos FORMAN
IMDB: 8,3
Film daha başlangıcı ile ilerleyen dakikalarda neler olacağını merak ettiren türden. Yaşlı bir adamın –Antonio Salieri - yakarışları ile başlıyor ve hastanede rahip ile olan sohbetinde anlıyoruz ki bu kişi Mozart’ı yakından tanıyan birisi ve ölümüne neden olan kişidir.

Hikaye buradan yola çıkarak müzik konusunda tanrısal bir yeteneğe sahip olan Mozart’ın hayatı üzerinden devam edecek. Hem bir kişiden bu kadar nefret edip hem de bu kişiye taparcasına hayran olan Salieri ise müzik konusunda Mozart’ ı delicesine kıskanan bir kimsedir. Sırf daha yetenekli bir kimse olabilmek için dualar eden ve bu yüzden tüm günahlardan kaçınan kişi olmasına rağmen Tanrı neden Mozart’ ı seçti? Mozart’ı resmi olarak gördüğümüz sahne ise bir kızı kovalaması ve bu kadar dillere destan olan, hayran olduğu kişinin bu olması onu bayağı bir hayal kırıklığına uğratır.
1984 yapımı olan film tam bir müzik şöleni desem yeri var. Başkarakterimiz yani Mozart’ın kişilik özelliklerine gelirsem anı yaşamayı seven bir kişi ve oldukça saf görünmesine rağmen olağanüstü yeteneklidir. İlk konçertosunu 4 yaşında, ilk senfonisini 7 yaşında koca bir operayı ise 12 yaşında bestelemiştir. Filmde kral, Mozart’ı karşıladığı sırada çaldığı müziği yani Salieri’nin bestesini çalmasını istediğinde kağıda gerek duymadan aklından tüm notaları doğru bir biçimde çalması, üstelik bazı yerleri beğenmediğini söyleyip değiştirmesi ise gerçek hayatta yapmış olduğu bir yolculuğa güzel bir göndermeydi. “İtalya yolcuğu sırasında Gregorio Allegri'nin Miserere'sini Sistina Şapeli'de duyup tamamını hafızasına yazmasıdır. Yalnız bunu yaparken parçadaki küçük hataları düzeltir ve böylece Vatikan malının ilk yasadışı kopyasını üretmiş olur.”
En çok hoşuma gidenlerden biriside Mozart rolünü canlandıran Tom Hulce oldu, açıkçası bir rol bu kadar sempatik oynanabilirdi. Kesinlikle orijinal dilinde izlenmesi gereken bir film o kahkahaları ise tek kelime ile mükemmel bir hava katmış. Deliliğe yakın bir dehaya sahip olduğu için kahkahaları da bunu destekler nitelikte denebilir. Film yeri geldiğinde oldukça komik repliklere sahip fakat filmin temeli Salieri’nin kendisini Mozart ile kıyaslaması ve sürekli ön plana çıkarmaya çalışmasını konu almıştır. Mozart’ın Viyana’ya ilk geldiği zaman Salieri’nin ifade ettiği gibi “Gördüğüm Mozart değil, Tanrı’nın kendisiydi” ifadesi Salieri ile Tanrı arasında bir savaşa neden olmuş bu yüzden de bu yeteneği kendisine değil de ona bahşedildiği için onu alt ederek Tanrıyı yenmeyi kafasına koymuştur. Mozart, babası sayesinde çok küçük yaşta müzik ile tanışmış bir kimseyken Salieri’nin babası “sirk maymunu gibi sana Avrupayı mı dolaştıracağım” diyerek müzik ile yakından uzaktan alakası olmayan bir kimsedir ancak babasının erken vefatı ile müziğe kendisini adamıştır. Aslına bakılırsa Mozart her ne kadar müziği konusunda taviz vermeyen otoritelere bile başkaldıran, işinde en iyisi olduğunu bilen bir kimse ve hareketlerindeki tutarsızlık ile dikkat çeken dâhiyane bir deliyken; Salieri’ de Mozart' a bahşedilen bu yeteneği elde etmek uğruna yaptıkları ile tam bir delilik örneğidir.
Filmde Mozart babası ile karşılaştıkları ilk sahnede kullanılan müzik babasının siyahlar içinde olması acaba kötü bir şey mi olacak derken babasını gördüğüne çok sevinen ve kucaklayan Mozart dikkat çekiciydi. Siyahlar içinde olan babasının sarılma sahnesinde kolları arasında zayıf bir çocuk gibi kalır. Daha sonra filmin ilerleyen dakikalarında babasının ölmesi onu derinden etkiler ve yazdıkları ile babasının hala hayatı üzerinde etkisi olduğunu fark eden Salieri Mozart’ın zayıf noktasını bulur. Onu ölüme götürecek olan kendi ölüm marşını yazması için babasının giydiği bir kostümle onu bir opera yazmaya ikna eder “Requiem” böyle yazılır. Lacrimosa’nın sonlarına doğru Salieri’nin yanında olması ve inatla besteyi tamamlamasını istediği için ölümüne neden olan kişi filmde Salieri’dir. Film boyunca Mozart sürekli parasal sıkıntılar çeken bir kimse olarak gösterilmiştir çok fazla kazanmasına rağmen kazandığından çok daha fazla harcayan bir kimse olarak karşımıza çıkıyor.
Ara ara rahiple olan görüşmelere geçilip sonra tekrar hikâye kısmına geçilmesi gerçekten güzel detaylardandı, Salieri rahip ile konuşurken ki ses tonu, içtenliği ekrana çok iyi yansımış. Film 8 Oscar ödülüne sahip olurken dünya çapında da birçok ödül ve adaylık kazanmıştır. Salieri rolündeki F.Murray Abraham ve Mozart rolündeki Tom Hulce en iyi erkek oyuncu ödülüne aday gösterilirken ödülü kucaklayan F.Murray Abraham olmuştur. Ayrıyeten; en iyi film, en iyi kostüm tasarımı, en iyi yönetmen, en iyi uyarlama senaryo,en iyi yapım,en iyi ses miksajı dallarında Oscar’ a sahip olmuştur.
Her ne kadar film boyunca Salieri Mozart’ın düşmanı gibi görünse de kaynaklar bu ikisinin yakın dost olduğunu göstermektedir.

1984 yılında çekilen bu filmi anca izlemiş olmak bir hazineyi keşfetmek gibi film bittikten sonra 35 yıllık hayatına 636 eser bırakan Mozart’ın tüm eserlerini dinlemek istedim.

Yeri geldiğinde güldüren sonlara doğru hüzünlendiren yapısı ve mükemmel müzikleri ile başyapıtlar arasında yerini aldı benim içinde, yazımı şununla bitiriyorum “Bütün dâhiler göklere uzanır. Mozart ise gökten inmiştir.” Albert Schweitzer

GAİA
"Wilde sohbet etmezdi; anlatırdı… Asla fazlasını göstermezdi. Karşısındakine heveslendiği kadarını verirdi; ondan bir şey bekleyenler, bir şey bulamazdı ya da ancak hafif bir köpük düşerdi paylarına… Onu tanımış olduğunu sananlardan birçoğu, yalnızca eğlendirici yanını tanırdı…" ANDRE GIDE

Can yayınevinden çıkmış olan De Profundis aslı eser Wilde’ ın Reading Hapishanesinde yazdığı mektuptur. Mektubun asıl can alıcı kısmı ise kime yazdığı Bosie takma adı ile aşığı Alfred Douglas’a yazılmış bir mektuptur. Mektup sahibinin eline ise Wilde öldükten sonra geçer ne yazık ki…

Uzun süredir okumayı beklediğim eser, sonunda rahat bir zaman buldum ve okudum. Açıkçası 2 gün gibi bir süre zarfında bitirdim.

Yazarı merak edenler için hakkında biraz daha fazla bilgi bulabilecekleri bir eser. Özelliklede önsözü Wilde’ ı tanıyan arkadaşı tarafından ele alınmış. Eserde hem kırgınlıklarından, kendisine karşı yapılmış olan haksız suçlamadan hem de yapmak istediklerini ele almış üstelik o durumdayken bile hala ders vermeye çalışması ve bazı şeyleri düzeltme çabası oldukça dikkatimi çekti. Başlarda o kadar sitemkâr başlayan mektup daha sonra ideallerine, açıklamalara dönüyor sonlara doğru sakinleşiyor. Tabi ki sinirlendiğim asıl kişi Bosie oldu. Wilde’ dan yaşça küçük olan bu kişi ailesi toplumda tanınmış bir kişi olması ve Wilde ile aralarında çıkan dedikoduların ana kaynağı ve tüm bunların asıl nedeni… Bosie yani Alfred babasından nefret etmesinden dolayı sürekli Oscar ile olan bağını kullanarak babasını çileden çıkartma çabası ve gözünün hiçbir şey görmediği nefret dolu bir çocuk. Lükse sefaya da bir o kadar düşkün bir kimse fakat bu harcamaları her zaman Wilde’ın hesabından yapması ve her zaman ona nefret dolu mektuplar göndermesi sonra ağlayarak kapısına gelmesi ve her defasında Wilde’ın onu affetmesi… akla ilk gelen soru neden? Tüm bu olanlara rağmen neden affetti? Defalarca Bosie’den kaçmasına rağmen kıtaları aşıp bir şekilde Wilde’a ulaşan onu bulduğunda ise yine kısa süre sonra öfke krizlerine giren ağır hakaretlerine rağmen her defasında affedilen bu çocuğu bu kadar özel yapan neydi? Babasına olan nefretinden dolayı gözü hiçbir şey görmeyen bu çocuğun Wilde’ı da bu aile meselesinin tam ortasına ateşe atması ve onu kışkırtması ile hapsi boylayan kişinin Wilde olması…

Bir kısımda Wilde; “yaşarken böyle bir konuma gelen çok az kişi var genellikle bu çok daha sonra tarihçiler tarafından ortaya çıkarılır. Benim için durum farklıydı. Ben konumumu hissettim” Wilde döneminde o kadar ünlüydü ki adını duymayan yoktu. Amerika’dan özel davetler alırdı. Oyunları her zaman ilgi toplardı. Fakat hayatına giren Bosie yüzünden hiçbir işine odaklanamadı çünkü her dakika dibinden ayrılmayan bu çocuk laftan anlamaz ve yüzsüz bir kimseydi. Gece hayatı düşkünlüğü, yemek ve içkilere bir ton para dökmesi ilk önce iflasına neden oldu sonra da toplumdan dışlanmasına…

“Tahtından indiğinde o kadar da ilginç değilsin” diyebilecek kadar yüzsüzdü. Kendisi de bir edebiyatçı olan Alfred Dougles ya da öyle olduğunu iddia eden diyelim. Her zaman Wilde’dan yararlanmıştır. Onun fikirlerine ihtiyaç duyan fakat asla eleştiriye gelemeyen bir kimse, Wilde’ın fikirlerini kendisininmiş gibi kullandığını ise ‘Oscar nasıl Wilde oldu?’ adlı eserde okumuştum. Zaten eseri okuduğunuzda kendisine özel gönderilen mektupları bile utanmazca dergilerde yayımlanmasına izin veren bir kimse Wilde’a bir tane bile mektup yazmazken dergilere gönderdiği şiirlerini ithaf ettiği kişinin Wilde olması isminden yararlanmak değil mi?

“Bana niçin yazmadın? Korkaklık mıydı? Aldırışsızlık mı? Neydi? Sana öfkelenmiş ve bu öfkemi belirtmiş olmam,yazmamanı değil, aksine yazmanı gerektirirdi…iki insan arasındaki en önemsiz bağ olan görev duygusu bile yazmanı gerektirirdi” fakat hapishanede geçirdiği iki yıl boyunca ondan hiç mektup almadı. Haberlerini yakın arkadaşlarından aldı. Wilde umurunda değildi o gününü gün etmeye devam etti. Alfred o kadar kötü bir kişiliğe sahipti ki Wilde’ın arkadaşlarını bile hakaret dolu mektuplarla rahatsız ederdi. Bu kadar nefret edecek ne vardı. Hiçbir şekilde mektup yazmamasına rağmen cenazesinde en çok ağlayan kişi olduğu söyleniyor.

“Kötülüklerin en büyüğü sığlıktır. Anlaşılan her şey doğrudur”  Bosie’nin en büyük kusuru belki de buydu. Sığ bir karakterinin olması sonucu aklında nefretten başka bir düşünce olmadı. Bu kişi ise Wilde’ın en büyük zaafıydı.
Mektupta diğer eserlerine de değiniyor Dorian Gray’in bir bahis sonucu yazılmış olması dikkat çeken detaylardan birisiydi. Açıkçası Dorian Gray’ i tasvir edişini hatırlıyorum da Bosie’ye ne kadar çok benziyor.

1997 yapımı Brian Gilbert'in yönetmenliğini yaptığı "Wilde" filmi ise Alfred ile ilişkisini elen alan bir film bu kitabın üzerine filmi de izleyeceğim üstelik Alfred rolünü inanılmaz benzerliği ile Jude Law oynamış. ilgilenenlere tavsiye ederim.

Sözü edilen Alfred nam-ı diğer Bosie' den bir kare;
Estetizm akımının önde gelen savunucusu olan Wilde'ın neden en büyük zaafının Bosie olduğu belli oluyor gibi...


GAİA
Kitap New York’tan Buenos Aires’e gidecek olan gemi yolculuğunu esas alır. Yolculuk sırasında gemide dünyaca ünlü bir satranç ustasının yer alması anlatıcımızı oldukça heyecanlandırır ve ne yapıp edip onun hakkında daha çok bilgi edinmeye çalışır fakat bu o kadar kolay olmayacaktır. Bu yüzden de bir oyun başlar ve hikâyenin nasıl sonuçlanacağını beklemek kalır.

Yazarın psikolojik çözümlemeleri kitap boyunca ilgimizi çekiyor. Hikâyenin ilerleyişinde olaylar gittikçe meraklandıran bir hal alıyor ve bizde gemideki yolculardan biri oluyoruz. Gemide aslında dünyaca ünlü bir satranç oyuncusu yanı sıra bir kişi daha var. Onun hikâyesi de oldukça farklıdır. Biri hayatı boyunca yaptığı en iyi iş satranç oynamak olan bir kişi diğeri ise satranç oynamayı çok farklı koşullarda hayatını kurtaran bir araç olarak gören fakat bir süre sonra gerçekle hayali ayıramayan bir kimse haline gelen kişinin öyküsünü okuyoruz.

İş bankası yayınlarının sonunda Ahmet Cemal’in yazar ve eser hakkındaki açıklamaları da oldukça güzel bir yazı olmuş. Keyifli okumalar.


GAİA
Avusturyalı sembolist ressam olan Gustav Klimt' in altın çağında ortaya koyduğu eserlerinden belki de en bilineni olan "The Kiss", sanatçının sahiplenici aşkı anlatan başyapıtıdır.
Sanatçının 1907 - 1908 yılları arasında tamamladığı eseri şu an Belvedere Sarayı' ndaki müzede sergilenmektedir.


Eserde bakar bakmaz dikkatimizi çeken ve tam merkezdeki iki insan figürü hakkında birçok dedikodu bulunmaktadır fakat bunların en bilineni bu figürlerin Klimt ve aşkı Emilie Louise Flöge' ye ait olduğudur. Bu büyük aşk Klimt' in erkek kardeşi Ernst' in Emilie'nin ablası Helene ile evlenmesi sonrası başlar ve bu büyük eserin konusu olur. İki sevgili resmin tam merkezinde bulunmakta ve aşk ile birbirlerine sarılmaktadır. İkilinin aşkı, sonsuz aşkın simgesi olan bir öpücük ile de adeta mühürlenmiştir.

Genel olarak esere bakarsak ilk gözümüze çarpan şey merkezdeki iki figür olacaktır. Bu merkezdeki figürlerden erkek figürü kadını sol koluyla sıkıca kavramış sağ eliyle kadının başını tutmuş ve onu öpmekte, kadın ise gözlerini kapatmış, anın mutluluğunu yaşamakta ve bir eliyle adamın elini tutmaktadır. Bazı incelemelerde kadın figürünün gözlerini kapatmasının sebebinin erkeği istememesinden kaynaklı olduğunu yorumları yazılsa da bunu yalanlayacak birçok detay görebiliriz. Kadın figürünün bir kolu erkek figürünün boynuna dolanmış ve erkek figürünün herhangi bir müdahalesi olmaksızın kadının bedenini erkeğe yaslamıştır.  Bir diğer işaret ise kadının ayak parmaklarıdır. Kadının ayak parmaklarına bakacak olursak kıvrılmış olduğunu net bir şekilde görebiliriz. Bunun resim dilinde anlamı istek, heyecan ve zapt edilemeyen duygulardır. Yani kadın figürün gözlerini kapaması hazzı ve duyulan hoşnutluğu simgelemektedir.

Bedenler üzerindeki detayları tek tek inceleyelim. Erkek bedeni üzerinde daha koyu renkler ve daha köşeli hatlar bulunmaktadır. Deseler keskin şekillerden oluşmakta ve kontrastları yüksektir. Kadın figürü ise daha yuvarlak hatlar ve daha yumuşak tonlara sahiptir. Renkler çeşitli ve çiçek desenleri yoğunluktadır.  Erkeğin daha dominant ve kadının daha narin bir yapıda olduğu bu detaylar sanatçının erillik ve dişilik ayrımını tuvale yansıtış biçimidir aslında. Adamın kadının üzerine eğilmiş ve onu kavramış olması koruyuculuğunu ve baskın karakterini gösterirken kadının gözlerini kapaması ise bir teslim oluşu gösterir. Figürler üzerindeki desenler ne kadar faklı olsa da, desenlerin oturulduğu arka planın aynı olması özlerinde farklı iki insanın tek bir beden, bir bütün halini aldığını söylüyor bizlere. Ayaklarının altındaki çiçek tarlası ise aşkın onlara verdiği hissin sanki bahar havasını andırdığını bize sezdirmektedir. Bu çiçek tarlası bir aşk bahçesi gibidir.


Arka planın ise figürsüz sade biçimi bize zaman ve mekân olgusunun olmadığı bir ortamın yaratıldığını gösterir. Bu sadelik aynı zamanda odağı sadece çifte, yani orada yaşanılan aşka çevirmektedir. Bu şekilde sanatçı önemli olanın oradaki duygular olduğunu, aşkın yeri ve zamanı olmadığını ve daha önemli bir şey olamayacağını bize bu şekilde anlatmıştır.

Esere sarı renk hakim. Altın yaldızlar ve sarının bolca bulunması, Klimt' in eserlerinde bolca kullandığı ve imzası niteliğini taşıyan, özellikle de tablolarında altın yaprakları kullandığı  "Altın Çağı" dediğimiz döneminde başvurduğu bir tekniği olduğu birçokları tarafından bilinmektedir. Fakat belki de sanatçımızın burada altın yaldızlarını kullanması, aşkın görkemini bize göstermek istemesinden kaynaklı olabilir.

Bilindiği üzere sanatçının birçok eserinde kullandığı kadın bedeni ve kadın seksiliği bu tablosunda görünmese de kendini bir şekilde hissettiriyor. Bu eserinde kadına yüklediği narinlik ve çekingen duruş onu diğer eserlerindeki kadınlardan ayrı bir yere koyuyor.

Sanatçımız sevgilisine olan aşkı çok usta bir şekilde resme aktararak günümüzde bile bu aşka hayran olmamızı başarmış durumda.

NOTT
Hasan Ali Yücel Klasikleri Sabahattin Eyüboğlu, Erol Güney çevirisini okuduğum kitap tek kelime ile harikaydı. Bunun en büyük nedeni de tabi ki çevirmenler çünkü diğer yayınlara özellikle baktım aynı etkiyi yaratmıyor. Uşak Zahar’ın efendisi Oblomova verdiği cevaplar gerçekten insanı gülmekten kıran bir etkiye sahipti. Kitabın başında çevirmenlerin açıklaması var okumanızı tavsiye ederim 3 dilden yararlanılmış çeviri için ve gerçekten uğraş verildiğini anlıyoruz. Çoğu ülkede tam istenilen etkiyi yaratmamış kitap çünkü çeviren kişiler kitabı pek anlamamışlar.

Kitaptan bahsedecek olursam o dönem bu tarz bir roman yazmak gerçekten cesaret isteyen bir iş çünkü Gonçarov Rus toplumunu eleştiriyor. Kitabı okuduğumuzda ise aslında dünya üzerinde birçok Oblomovlar olduğunu görüyoruz hatta çevremizde, bu da Oblomovluk diye bir kavramı ortaya çıkartıyor.

Kitapta en çok dikkat çeken karakterlerden biriside yakın arkadaşı Ştoltz kendisi Almandır üstelik ve daha çok batı burjuvasini, disiplini ve çalışkanlığı temsil eder. Ştoltz’un başını kaşıyacak bir vakti yoktur ve zamanı kıymetlidir. Oblomov ise daha çok doğu toplumunu ve tembelliği temsil ettiğini görüyoruz. Çocukluğundan beri uşaklarla, hizmetçilerle büyüyen İlya İlyiç çorabını bile kendisi giymez çünkü giyemez her şeyi uşağı Zahar’dan bekler Zaharsız nefes alamaz. Zahar’da öyle mükemmel bir uşak değil, efendisi gibi o da hiçbir iş yapmaz, bir iş yapmaya kalkar eline yüzüne bulaştırır her şeyi, insanı bir şey istediğine pişman eder. Açıkçası okurken beni en çok güldüren diyaloglar efendisi ile arasında geçenlerdi. Çiftlikteki işlerden, evin işlerinden haberi olmayan bir kimsenin dünyadan haberi olması da beklenemez zaten. Bu gibi kişilerin kandırılmaya ne kadar müsait olduğunu görüyoruz. Ştoltz ise hesabını bilen bir insan olduğu için Oblomov’a çoğu kez yardım etmeye kalkar hatta bayağıda uğraşır. Oblomov’dan bir şeyler koparmaya çalışan insanların en sevmediği ve korktuğu kişi Ştoltz diyebiliriz. Aşık olması bile onu o tembellikten kurtaramaz. Her şeye bir bahanesi var. Dürüst ve oldukça saf bir kimsedir Oblomov, ailesinin zamanında hiçbir işe elini sürdürmediği için rahata alışmıştır.

Kısacası hayatta Oblomov gibi birçok kimse hala mevcut ve olmaya da devam edecek bu tarz kimseler… Bir şeyleri ertelemeye, hiçbir işin sonunu getirmemeye, vazgeçmeye, verdikleri sözlerden caymaya oldukça yatkındır bu kişiler  ve böyle insanları hayata döndürmek için Ştoltz bile olsanız bir faydası yok. Dünya’nın en güzel ve sevecen kadını bile olsanız o kişi kendi dünyasına gömüldüğü sürece yalnız kalmaya mahkum böyle kişiler. Bir anlık heveslerle dünyayı fethedeceğine inansa bile anında sönen bu istekler ile yine tembelliklerine ve hayatın akışına karşı koymadan savrulduklarını görüyoruz. 

GAİA
CHANGELING
IMDB: 7,8
YÖNETMEN: CLINT EASTWOOD
"asla kavgayı başlatan kişi olma, ama bitiren sen ol"

Son zamanlarda denk geldiğim kaliteli filmlerden birisi  “Changeling”. Türkçeye  “Sahtekâr” ismi ile geçen filmin ingilizcesi üzerinden özellikle duruyorum çünkü bu kelime küçükken değiştirilen çocuk anlamına geliyor. Olayların gerçek bir hikâyeye dayanması ise bir başka etkileyici nedenler arasında denebilir.

Başrolünde Angelina Jolie’nin yer aldığı filmin ana konusu; 9 yaşında bir oğlu olan Christine Collins eve geldiğinde oğlunu bulamamasının ardından ihbarda bulunur aradan 5 ay geçer ve bir çocuk bulunduğu haberi gelir fakat çocuğu gördüğü an bulunan çocuğun oğlu olamadığını fark eder. Çocuk ise annesi olduğunu söylemesinin ardından olaylar bunun üzerinden gelişir. 1928 Mart tarihine dayanan ve o dönemde geçen filmde kasabada birçok yolsuzluk dikkat çekiyor. Film kaybolan bir çocuk ile başlayıp daha sonra o kadar çok olaya bölünüyor ki izlerken ekrana kilitlendim. Akıl hastanesinde olanlar, polis teşkilatı, gazeteciler,  mahkeme sahnesi her şey çok heyecan verici bir şekilde ilerliyor.
Açıkçası izlerken rahatsız olacağınız tarz hikayelerden birisi, ortada çocuğu kayıp bir anne var ve polis teşkilatı ısrarlar çocuğun onun olduğunu, Bayan Colins’ in olaylardan ötürü iyi düşünemediğini iddia ediyor. Polisin zaten bölgede adı iyice kötüye çıktığı için bir de bu tarz bir olayın duyulmasını istemiyorlar. Bu sefer işler farklı karşılarında üzgün bir anne var ve neler yapacağından habersizler.

Dekor ve kıyafetler çok güzeldi. Angelina Jolie ekranda belirdiği her an bir insan bu kadar güzel ve zarif görünebilir oldu. Orijinal dilinde izlerseniz eğer ses tonu da gerçekten etkileyiciydi. Rol için 5 farklı kişi düşünülmüş bunlar arasında Reese Witherspoon ve Hilary Swank var. İyi ki de Angelina almış rolü izledikten sonra başka bir oyuncuyu düşünemezdim. Filmin gerçeklere dayandığı göz önüne alınırsa özellikle üzücü olduğunu belirtmeliyim. Neden üzücü olduğunu söylemiyorum pek spoiler vermemeye çalıştım.

Film bittikten sonra kesin bir sürü ödül almıştır diye düşündüm özellikle Oscar için fazlasıyla uygun bir film. Birçok ödüle adaylığı bulunan film asıl demek istediğim ödülleri alamamış. Angeline Jolie o sene ödüllerin hepsini Kate Winslet’ a (The Reader) kaptırdığını ufak çaplı bir araştırmadan sonra öğrenmiş oldum. BAFTA, Altın Ayı, Akademi Ödülleri vs. adaylığı bulunan bir film sonuçta bu bile büyük başarı.

Filmi açarken bu kadar etkileyici olacağını hiç düşünmemiştim zamanınız varsa ve bu tarz filmleri beğeniyorsanız sadece açın sonra zaten kapatmak istemeyeceksiniz.



GAİA

Yordam kitaptan ‘cep kitabı’ olarak çıkan Diyalektik Materyalizme Giriş,  Marksist siyasetçi ve kuramcı August Thalheimer’in bir üniversitede sunduğu dersin notları aslında. Kitap ders notlarından derlenmiş. Diyalektik nedir? Materyalizm nedir? Toplumların gelişimi, felsefenin idealist ve materyalist olarak gelişimi üzerine alınmış notlardan oluşuyor. İlk bakışta bana çok sade ve sığ bir anlatım gibi görünmüştü fakat başlangıç için iyi bir kitap diyebilirim bana öyle görünmesinin nedeni öncesinde bu konu üzerine okumalar yapmış olmamdı ama yine de tarihsel gelişimi ele aldığı bölümler çok güzel ve yalın bir anlatıma sahip. Derinlemesine bir bilgi bulamayabilirsiniz ama konuya ilgiliyseniz ve bir başlangıç kitabı düşünüyorsanız şayet önerebileceğim bir kitap kendisi. Buna benzer bir iki giriş kitabı daha okudum yine Yordam Kitaptan edindiğim ama beğenmedim benim için çok ‘yavan’ kaldılar.
Kitap 16 dersten oluşuyor ve ilk olarak din üzerine bir açılış konuşması sonrasında Yunan Felsefesinin kısa bir tarihi oradan Hindistan’a ve oradan da 17. 18.yy Batı Felsefesine doğru yol alan kitap son olarak Pragmatizm açıklamasıyla son buluyor.

Kitap dinleri ve felsefi akımları içinde bulunduğu tarihsel dönemin üretim yasalarından, üretim ilişkilerinden hareketle açıklıyor ve köleci toplumun dini olarak Hıristiyanlığı; Budizmi ise kast sisteminin bir getirisi olarak okura açıklıyor. Yunan Felsefesini de Yunan toplumunun içinde bulunduğu sosyo-ekonomik durumdan yola çıkarak açıklayan yazar tarihi bir de materyalist perspektiften okura sunmuş oluyor. 



MOMOS


Peşin peşin söyleyeyim bir “anime” kültürü olmayan ve animasyon filmleri izlemekten de gayri ihtiyari uzak duran biriyim. Gerçeklik algımı bozuyor sanırım, izleyemiyorum. Şans verdiğim zamanlar da oluyor, şu sıralar epeyce izledim; bu haftayı kendime” Miyazaki Filmleri” haftası yaptım ve içlerinden konusu ve konuyu işleyişi bakımından “Prenses Mononoke’yi” çok beğendim.

İzlemekten en çok zevk aldığım “Howl’un Yürüyen Şatosu” oldu ve aksiyonunu beğendiğim filmi ise “Castle in the Sky” yine de Prenses Mononoke, konusu ve bunu işleyiş tarzıyla aralarında öne çıkan isim oldu benim için ve düşüncelerimi burada paylaşmak istedim.

Bir kabilenin liderliğini yapan Ashitaka adında bir genç, bir gün ormanda lanetli bir “domuz” ile karşılaşır ve halkını korumak için bu yaratıkla verdiği savaş esnasında yara alır. Kahramanımız aldığı yara ile bir lanete hapsolmuş olur.

Ashitaka yaratığı yok ettikten sonra, hayvanın kalbinden demir bir top, yere düşer ve bu kabilenin kâhini, hayvanı öfkeden yakıp kül edenin, bu demir top olduğunu söyler. Burada yaratık diyorum çünkü aslen bir domuz olan hayvanımız lanetlenmiş ve başka bir şeye dönüşmüştür ve gözü dönmüş bir cani gibi hareket etmektedir ve onun bu hali kalbine saplanmış olan demir topla ilintilidir. Burada güzel olan detay yaratığın ısırığı ile lanetin insana da bulaşması ve onu da tıpkı bir zamanlar domuz olan hayvan gibi öfkeden küle döndürerek, yok edecek olmasıdır fakat Ashitaka yazgısına karşı koymak üzere yola düşer ve arayışına başlar.

 Filmin ilk 15 dakikasında Miyazaki bizlere; teknolojinin doğayı alt etmesinin sonuçlarının, insanı da felakete götüreceğini sembolik bir anlatımla dile getirmiş. Bu kısım dikkate değer ve üzerinde düşünülmesi gereken bir kısım; edimlerimizin sonuçlarını öngörüyor olabilmemiz gerekir ve uygarlığa attığımız her adım doğadan bir kopuşu imgelemektedir ki bu gaddar bir aç gözlülükle doğayı talan edişimizin de aynı zamanda bir hikâyesidir. Miyazaki’nin işaret ettiği şey de işte budur Prenses Mononoke’de ya da benim gördüğüm buydu diyeceğim, beylik bir laf daha etmeden…

Domuzun kalbine saplanan demir top, yeşerdiği doğanın bir parçası ve insanın alet kullanma becerisinin bir sonucudur. Fakat doğa, insanın bu alt edişine kızgındır ve öfkesini boşaltır. Fantastik bir kurguya sahip filmde doğa-teknoloji karşıtlığı bu şekilde işlenmiştir. Doğa ve teknolojinin bu birbirini içermesi ve fakat birbirlerine bu karşıtlığında insan nerededir? Miyazaki’nin sorduğu sorulardan biri buydu sanıyorum. İnsan şüphesiz doğadan teknoloji yaratandır ve onları birbirlerine uyumlaştıracak olan da aslında insandır. Zıtlıkların egemenliğinde insanın dengeleyici bir unsur olması gerekir. Kahramanımız Ashitaka da filmde bu noktadadır: uyumlaştıran.

Ormanın ruhu ve demir kasaba karşı karşıyadır ve kasabalılar daha çok demir üretebilmek ve gelişmek için ormanın ruhunun yok edilmesi gerektiğine inanırlar. Film bu karşıtlık üzerine kurulmuş ve bu izlek üzerinden açımlanmıştır. Son söz olarak Miyazaki; doğa ile savaşta kaybedenin “kazansak” dahi “insan toplumu” olduğunu ve teknolojinin karşısında “doğanın özünün” koruyuculuğunu üstlenen insana da doğanın cömert davranacağını, çok güzel sembolleştirmiştir.


Filmde söylenecek çok söz, yorumlanabilecek, düşünmeye sevk eden birçok olay var. Toplu bir özetini sunmak, benim için mümkün değil çünkü inanılmaz ayrıntılar ile bezeli bir film ve siz okurları lafı uzatıp sıkmak istemem. Ve son olarak diyebilirim ki; son zamanlarda en çok etkilendiğim filmlerden biri oldu. 




MOMOS



Senaryo tarihi 2007' ye dayanan, yıllanmış konusuyla 2015 yılında çekimlerine başlanan filmimiz Passengers, bilim-kurgu ve romantizmin harmanlanmış şeklini sunmaktadır. Yönetmenliğini Morten Tyldum senaristliğini Jon Spaihts üstlenmiştir.

2007 yılına dayanan bir senaryonun, bu zamana kadar beklemesi bence senaryonun oturması, yeni teknolojiye göre revize edilmesi açısından bence avantajlı bir konumdaymış. Bu bilgi insanda daha sağlam bir senaryonun olması beklentisini doğuruyor ister istemez. Ki ben ilk Passengers filminin fragmanını izlediğimde çok hoşuma gitmişti ve heyecanla beklemekteydim. Tabii nereden bilebilirdim senaryonun can alıcılığının sadece fragman görüntülerinde olduğunu... Bu nedenle biraz hayal kırıklığı yaşamadım değil maalesef.

2017 yılındayız o kadar çok uzay, yıldızlar, yıldız savaşları, boyutları vs. konuları gördük ki artık belli bir doyuma ulaştı izleyici. Bundan sonra yapılacak olan filmlerin daha etkileyici ve bir sonraki levele atlaması gerekiyor. Passengers  filminde de bence daha yaratıcı ve etkileyici unsurların kullanılması için gerekli zemin vardı fakat bu tercih edilmemiş gibi geldi bana. Film yüzeysel olarak bilim-kurgu, diğer taraftan romantizm öne sürülerek bu bekleyiş bertaraf edilmiş. Bunun sonucunda da filmde mantık hataları ve konunun yüzeysel kalması izleyici tarafından pek hoş karşılanmadı.


Oyuncu kadrosu ise başrolleri paylaşan Jennifer Lawrence ve Chris Pratt bulunmaktadır. Oyunculuklar her zamanki gibi çok güzeldi. Zaten Chris Pratt’in etkileyiciliği ve Jennifer Lawrence’ n güzelliği filmi izletti bunu açıkça söyleyebilirim. Senaryodan beklediğim etkiyi bulamayınca hayran hayran onları izledim 2 saat boyunca. Bir de benim çok hoşuma giden bir sahne Aurora’nın nasıl uyandırıldığını öğrendikten sonra gecenin bir vakti uyuyan Jim’i tekme tokat dövme sahnesiydi. Normalde dövüş sahnelerinde erkeklerin sert hamleler yaptığını görürüz, hissettirilir izleyiciye. Kadın savaşçıların dövüş sahneleri o sertliği vermez. En azından ben bu kadar net hissetmemiştim. Aurora’ nın yumrukları, tekmeleri o kadar iyi verilmiş ki filmi izlerken ben “Oo yalnız iyi vurdu!” cümlesini kurduğumu hatırlıyorum.  

Filmde görsellik ve başrol oyuncularının güzelliği hariç diğer unsurlar hayal kırıklığıydı. Öncelikle çok fazla mantık hatası vardı. Mesela tamirci olan Jim her şeyi tamir edebiliyorken kendi uyku kapsülünü edemiyor?! Ki sonradan anlıyoruz çok basit bir arıza sonucu kapsül bozulmuş. Mantık hatalarının dışında konunun tam ortasında “bencilik mi?” yoksa “hak ediş mi?” sorusu bulunmakta. 120 yıllık bir uykuda olması gereken Jim, Starship Avalon gemisinin meteora çarpması sonucu uyku kapsülünde meydana gelen arızadan dolayı 90 yıl erken uyanmaktadır. 1 yıl boyunca gemide tek başına kaldıktan sonra artık insani duyguları, düşünceleri tahrip görmektedir. Tesadüf eseri uykuda olan “Altın Sınıf Üyesi” Aurora’yı görüp etkilenir ve aklında bir muzip düşünce belirir;“Ya o da uyanırsa?”. Bu düşüncenin yanlış olduğunun farkındadır ama yalnızlık duygusu o kadar baskındır ki Aurora’nın tüm hayatını etkileyecek adımı atar ve kendi elleriyle onu uyandırır. Şimdi burada izleyici “Bencil Jim!” ve “Zavallı Jim!” olarak ayrılmaktadır. Yani şu açıdan düşününce, sonucunda Aurora’nın karar verdiği bir seçimi var. Buna göre hayatını şekillendirmiş ve bir yola çıkmış. Siz böylesine bir yoldayken adamın biri sırf yalnız kaldı diye hayatınıza müdahale etmesi gerçekten çok yıkıcı bir durum. Jim açısında bakıldığında ise aynı durum geçerli ve 90 yıl öncesinde uyanmak onun seçimi değildi. Evet burada önemli bir nokta Jim’in arıza sonucunda uyanmış olması ama Aurora’nın ise bir müdahale sonucu uyanmış olması. Bu nedenle baskın olarak verilen duygu bencillik olarak karşımızda. Fakat film ilerledikçe geminin meteora çarpması nedeniyle oluşan arızaların büyüklüğü nedeniyle insan eli yardımı ile düzeltilmesi gerekmektedir. Yani birileri uyanmamış olsa Starship Avalon gemisi 120 yıl yolculuğa dayanamayacak ve 5000 yolcu uykuda ölecekmiş. Ve gerçek hayatında çokta mutlu olamayan Aurora’nın aşkı bulup mutlu bir şekilde yaşamını sürdürmesi bir rahatlama unsur olarak izleyiciye verilen duygu ile sorun ortadan kaldırılmış olunur.

Bir önemli nokta da hala ve maalesef hep olacak sınıf ayrımı konusu. Yani bilim-kurgu filmin de böylesine rahatsız edici bir unsur olmamalıydı. 120 yıllık bir uzay yolculuğunda, değişen dünyalarda bile var olacak sınıf ayrımı çok belirgin gösterilmektedir. Çok üzücü …


Büyük umutlar ve beklentiler eşliğinde heyecanla izlediğim fakat çok çiy kalan aslında zeminde güçlü ama yüzeysel aktarılmış bir film oldu benim için Passengers. 3D olması da görselliğinin can alıcı olacağını düşünmüştüm. 3D olmasa da olurmuş yani.

Film hasılat açısından büyükkazançlar sağlamasına rağmen izleyicisinde o derece büyük bir etki yarattığını düşünmüyorum. Ama dediğim gibi Chris Pratt veya Jennifer Lawrence hayranıysanız sırf onlar için izlenir. İzlerken de hayran kalınır benden söylemesi :) …




FERONİA
Blogger tarafından desteklenmektedir.