ROMEO VE JULIET
YÖNETMEN: Baz LUHRMANN
IMDB:6,8



"Şiddetle başlayan hazlar,
Şiddetle son bulurlar.
Ölümleri olur zaferleri, 
Öpüşürken yok olan ateşle barut gibi..."



Öncelikle yönetmen hakkında söylemeliyim ki en sevdiklerim arasında kendisi, nedeni ise filmlerinde görselliğe oldukça önem vermesi, sanki bir filmden çok fotoğraf gibi akıyor sahneler, Baz Luhrmann’ın filmlerinde her kare ayrı bir güzel oluyor. Daha öncede Moulin Rouge ve Muhteşem Gatsby filmlerinin incelemesini yapmıştık. Bugünde yüzyıllar öncesinin bir hikâyesi olan Romeo ve Juliet’in Miami yorumu ile daha günümüze yakın olan bir çerçeveden bakacağız.

Hikâye bilindiği üzere iki düşman ailenin çocuklarının birbirine olan aşkı ve ailelerin düşmanlığı çerçevesinde dönüyor. Film en başta televizyon haberlerine bile konu olan kavgaları ile her zaman gündem de olmaları ile başlıyor ve filmin bitimi de yine haberlerde yer alıyor. Hikâyenin detaylarına girmeyeceğim çünkü zaten az çok herkes aşinadır. Ne zaman bu iki ailenin gençleri birbirlerini görse bir kavga başlıyor, tabi kılıçlarla olan bir düello olmuyor. Kılıcını çek denildiğinde kılıçlar yerine kılıç ismini taşıyan silahlar yer alıyor.
Film absürtlükler ile başlıyor, sürekli eğlence, dövüş derken davetsiz bir partiye katılan Montaguelerin genç varisi, Juliet’ i görüyor. Kızın gerçekte kim olduğunu öğrendiğinde ise birbirlerinden çok etkilenmeleri sonucunda evliliklerinin aileler arasındaki anlaşmazlığı sonlandıracağını düşünüyorlar.

Filmde Romeo’yu canlandıran Leonardo Di Caprio ’nun filmdeki görüntüsü giydikleri her şeyi ile tam olarak zihne kazınan bir karakter olarak karşımıza çıkıyor. Şimdiye kadar yüzlerce kez oynanan bir oyun olmasının yanı sıra sinemaya da defalarca uyarlanan filmin en bilinenler arasında olmasına şaşmamamız lazım. Bir diğer karakter ise Juliet’i canlandıran Claire Danes, açıkçası ilk başta pek etkileyici gelmedi diyebilirim ama filmi izlemeye başlayınca kesinlikle çok iyi bir karar dedim. Claire Danes’i çok fazla dizilerde falan görüyordum fakat Juliet olduğunu fark ettiğimde açıkçası şaşırdım. Kendisi daha çok dizilerden aşina olduğum bir kimseyken; Leonardo kariyerine sinema dünyasından ilerlemeye devam edecek ve zaman geçtikçe adından daha da bahsettirecek…
Filmin eski ve yeniyi bütünleştiren bir tarafının olmasının yanı sıra repliklerin daha çok shakespearevari bir şekilde olduğunu da söylemem lazım. En başlarda biraz garip gelmişti fakat konu ilerledikçe her şey yerli yerine oturuyor ve bir şölene dönüşüyor. Tabi herkes aynı fikirde olmayabilir şahsen filmi ilk izlediğimde lise 2. Sınıftım ve pek bir şey anlayamamıştım replikler kafamı karıştırmıştı. Şuan üniversite son sınıfta tekrar izlediğimde ise ne kadar mükemmel bir film olduğunu fark ettim. Leonardo ise en sevdiğim oyuncular arasında daha da bir yükseldi demeliyim.
En hoşuma giden karakterlerden biriside Romeo’nun arkadaşı olan Mercutio oldu. Rolü o kadar sempatik oynamış ki ölmesi açıkçası üzücü oldu. Zaten olayların karışması buradan sonra başlıyor.

Filmin son sahnesinde Romeo, Juliet’in mezarına geldiği sırada içerisinin mumlarla aydınlatılmış olduğu karelerde aklımdan geçen ilk şey o kadar çok mum, nasıl hepsi aynı anda yanabildi ve bu sahneyi nasıl çektiler diye düşünmeden edemedim.
Bir diğer bahsetmek istediğim şey ise filmden bağımsız olarak One Piece adlı dünyaca ünlü animenin-ayrıca benimde çok sevdiğim bir animedir-başkarakterlerinden olan Sanji karakterinin kimden esinlenildiğine de değinmeden geçemeyeceğim, anime zaten karakter yaratımı açısından tanıdık simalar kullanması ile biliniyor. Romeo’nun sürgüne gönderildiği kısımda karavanın dışında oturup beklerken giydiği siyah takım elbise, sigara içişi, yürüyüşü her şeyi ile tıpatıp aynı diyebilirim. One piece dünyasının Romeosu da diyebiliriz.



Filme bir göz atmadan geçmeyin derim. Özellikle de oyunculuk ve görsellik için izlemeye değer.


GAİA

14 Kasım 2016’ da yayına girmiş olan Walt Disney Animasyon tarafından üretilen ve piyasaya sürülen Amerikan Bilgisayar Animasyonlu ailenin filmi. Zootopia’dan sonra 2016 yılı içerisinde yapılmış ikinci uzun metrajlı film olarak kendinden söz ettirmektedir.

Günümüzde artık daha çok animasyon filmlerle karşılaşmaktayız ve sadece çocuklar değil büyüklerde düşünüldüğü için çok mutluyum kendi adıma. Çünkü animasyon filmlerin, içimizde ki çocuğa seslendiğini düşünüyorum. Her ne kadar fiziki ve mantıken değişime uğrasak da ruh diye bahsettiğimiz olguda masumluğumuzu ve umutlarımızı saklıyoruz. Animasyon Filmler, “eskiden” çocuk filmi deyip görmezlikten geldiğimiz, artık saf gerçekliği, aktarılmak istenilen mesajı doğrudan insanlığa veren eğlendirici ve öğretici filmler olarak beğenimize sunulmaktadır.


Moana’da Walt Disney karakterlerinden farklı çizimiyle oluşturulmuş prenses -kendi deyimiyle “şef”- olan yeni karakterimiz. Açıkçası farklı olması çok sempatik olmuş. Özellikle Moana’nın bebek hali çok tatlıydı :).
Görsellik, renkler, karakterler birde danslar ve müzikle birleşince gerçekten eğlenceli bir film ortaya çıkmış. Ayrıca bir diğer hoşuma giden nokta ise mitolojik olgu ve kavramların kullanılması. Maui'nin ateşi çalıp insanlara hediye etmesi ile Prometheus'a, Moana'nın kalbi takması sonucu toprağa dönüşen ruh ile Mother Earth'e yani Yunan Mitolojisinde Gaia olarak adlandırılan Doğa Anaya gönderme yapılmış. Mitolojik unsurları hemen hemen bilim-kurgu filmler de sıkça rastlayabiliyoruz. Fakat çocuklar açısından baktığımızda animasyon filminde bu tarz mesajlar dikkat çekici olmuş.            -Bir gönderme de benden bu yazımdan; Kritik İncelemeler yazar arkadaşım, Gaia'ya olsun :) -




Moana hem ele aldığı kültür bakımından hem karakterler yapısı bakımından değişik ve güzel bir animasyon filmi. Ayrıca film içerisinde birçok kez şarkı söylemleri ile karşılaşmaktayız. Bu yönüyle birazda müzikalimsi bir havası da yok değil. Özellikle Maui’nin şarkısı favorim oldu. Filmde, illa bir alt metinden mesaj veriyim kaygısı olmamış, çokta iyi olmuş. Bazen mesaj kaygısına kapılınca film eğlendirici havadan çıkıyor ve sıradanlaşabiliyor. Ki animasyon filmlerin sıradanlaşması demek vasatlık demek olarak düşünüyorum.

Adada yaşayan Polinezya kabilesini ele alan filmimiz de, Moana kabilesinin gelecekte ki şefidir ve kabilesine sahip çıkıp hizmet etmesi beklenmektedir. Fakat Moana, Büyükannesinin anlattığı efsanevi hikayeden etkilenmiştir ve okyanusun cazibesi de onu oldukça çekmektedir. Efsanenin de doğruluğuna inanan Moana merakı ve kabilesine yardım etmek amacıyla bir serüvene atılır. Bu serüvende ona eşlik edecek olan Maui ile olaylar bir bir gerçekleşmeye başlar. Ha birde şapsal hayvanımız Hei de onlara eşlik etmektedir.

Orijinal diliyle izlemek tabii ki en doğru seçim fakat Türkçe Dublajı da fena olmamış. Yani en azından benim hoşuma gitti. Tabii çeviri yapılırken cümleler değişime uğrayabiliyor ama dediğim gibi çokta rahatsız edici değil.

Eğlenmek, gülmek ve biraz olsun çocukluğu hissetmek istiyorsanız izlemenizi tavsiye ederim. Yüzünüzde tebessümle izleyeceğinizden kuşkunuz olmasın.


MAUİ’nin “Türkçe Dublajlı haliyle” dediği gibi hepiniz;  CANIMSINIZ :)




FERONİA




“Ben bir müşteri ya da bir hizmet kullanıcısı değilim… Ben, bir sosyal güvenlik numarası, ekrandaki bir görüntü değilim… Sizden hakkım olanı istiyorum. Ben, Daniel Blake, bir yurttaşım. Ne daha az, ne daha fazla.”


Uzun süredir izlemek istediğim filmlerden biriydi: Ben, Daniel Blake.


Filmi az önce bitirdim. Hakkında yazılmış birkaç yazıya denk geldim, onlara baktım. Farklı bir konu olmadığı ve “sıradanlığı” yüzünden Altın Palmiye’ye layık görülmesi eleştirilmiş.  Konusunu işleyiş bakımından da zayıf bulanlar olmuş. Fakat ben bu tür olumsuz eleştirilere katılamayacağım gibi Altın Palmiye konusu da bu konunun eleştirmenlerine kalmış bir yönü…

Gündelik hayatımızın her yanında karşımıza çıkan bürokratik işleyişi ve içinde bulunduğumuz düzeni yalın bir dil ile anlattığını düşündüğüm film: Daniel Blake adında marangoz ustası bir adamın kalp krizi geçirerek işini bırakmak zorunda kalışını ve sosyal güvenlik kuruluşundan çalışamaz raporu almaya çalışmasını konu alır. Daniel Blake bu süreçte, iki çocuğu ile tek başına Londra’daki bir evsizler yurdundan Newcastle ‘a yeni taşınan Katie ile tanışır. Film temelde bürokratik işleyişi ve post kapitalizmi eleştiri yağmuruna tutarken yabancılaşmış ve “ben”ciliğin üst bir değer olduğu toplumda; Daniel, Katie ve çocuklarının aralarında gelişen dostluğu, paylaşım ve yardımlaşma gibi insani konuları sadelikle ele alır.

Diyebilirim ki beni en çok etkileyen şey yoksullukla mücadele etmeye çalışan insanların aralarındaki paylaşım ve içtenlikti. Filmi izlerken zaman zaman kendimi Kafka’nın Dava’sında buldum. O bürokratik engeller, soğuk insanlar, tedirgin ve yılgın bir bekleyiş ve sanki bir labirentteymişçesine karmaşıklaşan süreç… Kurumdaki insanların soğuk tavırları ve aralarından biri samimiyetle yardımcı olmaya çalışınca ‘kötü örnek’ olacağı için azarlanmasını da ben; liberal politikalar ile yönetilen ülkelerin sosyal devlet anlayışına bakışına yorumladım diyebilirim. Hasta yatağı için bile vergi ödeyen insanlar emekliliklerini sağlayacak bir gelire bile sahip olamıyorlar. Filmde bir diğer dikkate değer nokta vasıflı işçi ve yahut memur olan kimselerin daha soğuk, kayıtsız ve duyarsız olmalarıydı ve fakat buna zıtlık teşkil edecek biçimde Daniel ve Katie ve çocukların ilişkisine baktığımızda ve Daniel’in genç erkek komşuları ile ilişkisinde daha samimi, içten ve ‘halden anlayan’ bir atmosfer gördüğümüzü düşünüyorum.


Filmde insani değerler ve ekonomik düzenin adaletsizliği ve bürokrasinin katılığı çok sade bir biçimde anlatılmış ve bu sadelik (bence) hikâyeyi çarpıcı bir hale getirmiş. Çok güçlü bir gerçekçiliğe sahip olan film bana sanki bir kurgudan çok uzakmış gibi göründü diyebilirim. Gerçekçiliği çok vurucuydu.





MOMOS
AMADEUS 1984
YÖNETMEN: Milos FORMAN
IMDB: 8,3
Film daha başlangıcı ile ilerleyen dakikalarda neler olacağını merak ettiren türden. Yaşlı bir adamın –Antonio Salieri - yakarışları ile başlıyor ve hastanede rahip ile olan sohbetinde anlıyoruz ki bu kişi Mozart’ı yakından tanıyan birisi ve ölümüne neden olan kişidir.

Hikaye buradan yola çıkarak müzik konusunda tanrısal bir yeteneğe sahip olan Mozart’ın hayatı üzerinden devam edecek. Hem bir kişiden bu kadar nefret edip hem de bu kişiye taparcasına hayran olan Salieri ise müzik konusunda Mozart’ ı delicesine kıskanan bir kimsedir. Sırf daha yetenekli bir kimse olabilmek için dualar eden ve bu yüzden tüm günahlardan kaçınan kişi olmasına rağmen Tanrı neden Mozart’ ı seçti? Mozart’ı resmi olarak gördüğümüz sahne ise bir kızı kovalaması ve bu kadar dillere destan olan, hayran olduğu kişinin bu olması onu bayağı bir hayal kırıklığına uğratır.
1984 yapımı olan film tam bir müzik şöleni desem yeri var. Başkarakterimiz yani Mozart’ın kişilik özelliklerine gelirsem anı yaşamayı seven bir kişi ve oldukça saf görünmesine rağmen olağanüstü yeteneklidir. İlk konçertosunu 4 yaşında, ilk senfonisini 7 yaşında koca bir operayı ise 12 yaşında bestelemiştir. Filmde kral, Mozart’ı karşıladığı sırada çaldığı müziği yani Salieri’nin bestesini çalmasını istediğinde kağıda gerek duymadan aklından tüm notaları doğru bir biçimde çalması, üstelik bazı yerleri beğenmediğini söyleyip değiştirmesi ise gerçek hayatta yapmış olduğu bir yolculuğa güzel bir göndermeydi. “İtalya yolcuğu sırasında Gregorio Allegri'nin Miserere'sini Sistina Şapeli'de duyup tamamını hafızasına yazmasıdır. Yalnız bunu yaparken parçadaki küçük hataları düzeltir ve böylece Vatikan malının ilk yasadışı kopyasını üretmiş olur.”
En çok hoşuma gidenlerden biriside Mozart rolünü canlandıran Tom Hulce oldu, açıkçası bir rol bu kadar sempatik oynanabilirdi. Kesinlikle orijinal dilinde izlenmesi gereken bir film o kahkahaları ise tek kelime ile mükemmel bir hava katmış. Deliliğe yakın bir dehaya sahip olduğu için kahkahaları da bunu destekler nitelikte denebilir. Film yeri geldiğinde oldukça komik repliklere sahip fakat filmin temeli Salieri’nin kendisini Mozart ile kıyaslaması ve sürekli ön plana çıkarmaya çalışmasını konu almıştır. Mozart’ın Viyana’ya ilk geldiği zaman Salieri’nin ifade ettiği gibi “Gördüğüm Mozart değil, Tanrı’nın kendisiydi” ifadesi Salieri ile Tanrı arasında bir savaşa neden olmuş bu yüzden de bu yeteneği kendisine değil de ona bahşedildiği için onu alt ederek Tanrıyı yenmeyi kafasına koymuştur. Mozart, babası sayesinde çok küçük yaşta müzik ile tanışmış bir kimseyken Salieri’nin babası “sirk maymunu gibi sana Avrupayı mı dolaştıracağım” diyerek müzik ile yakından uzaktan alakası olmayan bir kimsedir ancak babasının erken vefatı ile müziğe kendisini adamıştır. Aslına bakılırsa Mozart her ne kadar müziği konusunda taviz vermeyen otoritelere bile başkaldıran, işinde en iyisi olduğunu bilen bir kimse ve hareketlerindeki tutarsızlık ile dikkat çeken dâhiyane bir deliyken; Salieri’ de Mozart' a bahşedilen bu yeteneği elde etmek uğruna yaptıkları ile tam bir delilik örneğidir.
Filmde Mozart babası ile karşılaştıkları ilk sahnede kullanılan müzik babasının siyahlar içinde olması acaba kötü bir şey mi olacak derken babasını gördüğüne çok sevinen ve kucaklayan Mozart dikkat çekiciydi. Siyahlar içinde olan babasının sarılma sahnesinde kolları arasında zayıf bir çocuk gibi kalır. Daha sonra filmin ilerleyen dakikalarında babasının ölmesi onu derinden etkiler ve yazdıkları ile babasının hala hayatı üzerinde etkisi olduğunu fark eden Salieri Mozart’ın zayıf noktasını bulur. Onu ölüme götürecek olan kendi ölüm marşını yazması için babasının giydiği bir kostümle onu bir opera yazmaya ikna eder “Requiem” böyle yazılır. Lacrimosa’nın sonlarına doğru Salieri’nin yanında olması ve inatla besteyi tamamlamasını istediği için ölümüne neden olan kişi filmde Salieri’dir. Film boyunca Mozart sürekli parasal sıkıntılar çeken bir kimse olarak gösterilmiştir çok fazla kazanmasına rağmen kazandığından çok daha fazla harcayan bir kimse olarak karşımıza çıkıyor.
Ara ara rahiple olan görüşmelere geçilip sonra tekrar hikâye kısmına geçilmesi gerçekten güzel detaylardandı, Salieri rahip ile konuşurken ki ses tonu, içtenliği ekrana çok iyi yansımış. Film 8 Oscar ödülüne sahip olurken dünya çapında da birçok ödül ve adaylık kazanmıştır. Salieri rolündeki F.Murray Abraham ve Mozart rolündeki Tom Hulce en iyi erkek oyuncu ödülüne aday gösterilirken ödülü kucaklayan F.Murray Abraham olmuştur. Ayrıyeten; en iyi film, en iyi kostüm tasarımı, en iyi yönetmen, en iyi uyarlama senaryo,en iyi yapım,en iyi ses miksajı dallarında Oscar’ a sahip olmuştur.
Her ne kadar film boyunca Salieri Mozart’ın düşmanı gibi görünse de kaynaklar bu ikisinin yakın dost olduğunu göstermektedir.

1984 yılında çekilen bu filmi anca izlemiş olmak bir hazineyi keşfetmek gibi film bittikten sonra 35 yıllık hayatına 636 eser bırakan Mozart’ın tüm eserlerini dinlemek istedim.

Yeri geldiğinde güldüren sonlara doğru hüzünlendiren yapısı ve mükemmel müzikleri ile başyapıtlar arasında yerini aldı benim içinde, yazımı şununla bitiriyorum “Bütün dâhiler göklere uzanır. Mozart ise gökten inmiştir.” Albert Schweitzer

GAİA
"Wilde sohbet etmezdi; anlatırdı… Asla fazlasını göstermezdi. Karşısındakine heveslendiği kadarını verirdi; ondan bir şey bekleyenler, bir şey bulamazdı ya da ancak hafif bir köpük düşerdi paylarına… Onu tanımış olduğunu sananlardan birçoğu, yalnızca eğlendirici yanını tanırdı…" ANDRE GIDE

Can yayınevinden çıkmış olan De Profundis aslı eser Wilde’ ın Reading Hapishanesinde yazdığı mektuptur. Mektubun asıl can alıcı kısmı ise kime yazdığı Bosie takma adı ile aşığı Alfred Douglas’a yazılmış bir mektuptur. Mektup sahibinin eline ise Wilde öldükten sonra geçer ne yazık ki…

Uzun süredir okumayı beklediğim eser, sonunda rahat bir zaman buldum ve okudum. Açıkçası 2 gün gibi bir süre zarfında bitirdim.

Yazarı merak edenler için hakkında biraz daha fazla bilgi bulabilecekleri bir eser. Özelliklede önsözü Wilde’ ı tanıyan arkadaşı tarafından ele alınmış. Eserde hem kırgınlıklarından, kendisine karşı yapılmış olan haksız suçlamadan hem de yapmak istediklerini ele almış üstelik o durumdayken bile hala ders vermeye çalışması ve bazı şeyleri düzeltme çabası oldukça dikkatimi çekti. Başlarda o kadar sitemkâr başlayan mektup daha sonra ideallerine, açıklamalara dönüyor sonlara doğru sakinleşiyor. Tabi ki sinirlendiğim asıl kişi Bosie oldu. Wilde’ dan yaşça küçük olan bu kişi ailesi toplumda tanınmış bir kişi olması ve Wilde ile aralarında çıkan dedikoduların ana kaynağı ve tüm bunların asıl nedeni… Bosie yani Alfred babasından nefret etmesinden dolayı sürekli Oscar ile olan bağını kullanarak babasını çileden çıkartma çabası ve gözünün hiçbir şey görmediği nefret dolu bir çocuk. Lükse sefaya da bir o kadar düşkün bir kimse fakat bu harcamaları her zaman Wilde’ın hesabından yapması ve her zaman ona nefret dolu mektuplar göndermesi sonra ağlayarak kapısına gelmesi ve her defasında Wilde’ın onu affetmesi… akla ilk gelen soru neden? Tüm bu olanlara rağmen neden affetti? Defalarca Bosie’den kaçmasına rağmen kıtaları aşıp bir şekilde Wilde’a ulaşan onu bulduğunda ise yine kısa süre sonra öfke krizlerine giren ağır hakaretlerine rağmen her defasında affedilen bu çocuğu bu kadar özel yapan neydi? Babasına olan nefretinden dolayı gözü hiçbir şey görmeyen bu çocuğun Wilde’ı da bu aile meselesinin tam ortasına ateşe atması ve onu kışkırtması ile hapsi boylayan kişinin Wilde olması…

Bir kısımda Wilde; “yaşarken böyle bir konuma gelen çok az kişi var genellikle bu çok daha sonra tarihçiler tarafından ortaya çıkarılır. Benim için durum farklıydı. Ben konumumu hissettim” Wilde döneminde o kadar ünlüydü ki adını duymayan yoktu. Amerika’dan özel davetler alırdı. Oyunları her zaman ilgi toplardı. Fakat hayatına giren Bosie yüzünden hiçbir işine odaklanamadı çünkü her dakika dibinden ayrılmayan bu çocuk laftan anlamaz ve yüzsüz bir kimseydi. Gece hayatı düşkünlüğü, yemek ve içkilere bir ton para dökmesi ilk önce iflasına neden oldu sonra da toplumdan dışlanmasına…

“Tahtından indiğinde o kadar da ilginç değilsin” diyebilecek kadar yüzsüzdü. Kendisi de bir edebiyatçı olan Alfred Dougles ya da öyle olduğunu iddia eden diyelim. Her zaman Wilde’dan yararlanmıştır. Onun fikirlerine ihtiyaç duyan fakat asla eleştiriye gelemeyen bir kimse, Wilde’ın fikirlerini kendisininmiş gibi kullandığını ise ‘Oscar nasıl Wilde oldu?’ adlı eserde okumuştum. Zaten eseri okuduğunuzda kendisine özel gönderilen mektupları bile utanmazca dergilerde yayımlanmasına izin veren bir kimse Wilde’a bir tane bile mektup yazmazken dergilere gönderdiği şiirlerini ithaf ettiği kişinin Wilde olması isminden yararlanmak değil mi?

“Bana niçin yazmadın? Korkaklık mıydı? Aldırışsızlık mı? Neydi? Sana öfkelenmiş ve bu öfkemi belirtmiş olmam,yazmamanı değil, aksine yazmanı gerektirirdi…iki insan arasındaki en önemsiz bağ olan görev duygusu bile yazmanı gerektirirdi” fakat hapishanede geçirdiği iki yıl boyunca ondan hiç mektup almadı. Haberlerini yakın arkadaşlarından aldı. Wilde umurunda değildi o gününü gün etmeye devam etti. Alfred o kadar kötü bir kişiliğe sahipti ki Wilde’ın arkadaşlarını bile hakaret dolu mektuplarla rahatsız ederdi. Bu kadar nefret edecek ne vardı. Hiçbir şekilde mektup yazmamasına rağmen cenazesinde en çok ağlayan kişi olduğu söyleniyor.

“Kötülüklerin en büyüğü sığlıktır. Anlaşılan her şey doğrudur”  Bosie’nin en büyük kusuru belki de buydu. Sığ bir karakterinin olması sonucu aklında nefretten başka bir düşünce olmadı. Bu kişi ise Wilde’ın en büyük zaafıydı.
Mektupta diğer eserlerine de değiniyor Dorian Gray’in bir bahis sonucu yazılmış olması dikkat çeken detaylardan birisiydi. Açıkçası Dorian Gray’ i tasvir edişini hatırlıyorum da Bosie’ye ne kadar çok benziyor.

1997 yapımı Brian Gilbert'in yönetmenliğini yaptığı "Wilde" filmi ise Alfred ile ilişkisini elen alan bir film bu kitabın üzerine filmi de izleyeceğim üstelik Alfred rolünü inanılmaz benzerliği ile Jude Law oynamış. ilgilenenlere tavsiye ederim.

Sözü edilen Alfred nam-ı diğer Bosie' den bir kare;
Estetizm akımının önde gelen savunucusu olan Wilde'ın neden en büyük zaafının Bosie olduğu belli oluyor gibi...


GAİA
Blogger tarafından desteklenmektedir.