Yordam kitaptan ‘cep kitabı’ olarak çıkan Diyalektik Materyalizme Giriş,  Marksist siyasetçi ve kuramcı August Thalheimer’in bir üniversitede sunduğu dersin notları aslında. Kitap ders notlarından derlenmiş. Diyalektik nedir? Materyalizm nedir? Toplumların gelişimi, felsefenin idealist ve materyalist olarak gelişimi üzerine alınmış notlardan oluşuyor. İlk bakışta bana çok sade ve sığ bir anlatım gibi görünmüştü fakat başlangıç için iyi bir kitap diyebilirim bana öyle görünmesinin nedeni öncesinde bu konu üzerine okumalar yapmış olmamdı ama yine de tarihsel gelişimi ele aldığı bölümler çok güzel ve yalın bir anlatıma sahip. Derinlemesine bir bilgi bulamayabilirsiniz ama konuya ilgiliyseniz ve bir başlangıç kitabı düşünüyorsanız şayet önerebileceğim bir kitap kendisi. Buna benzer bir iki giriş kitabı daha okudum yine Yordam Kitaptan edindiğim ama beğenmedim benim için çok ‘yavan’ kaldılar.
Kitap 16 dersten oluşuyor ve ilk olarak din üzerine bir açılış konuşması sonrasında Yunan Felsefesinin kısa bir tarihi oradan Hindistan’a ve oradan da 17. 18.yy Batı Felsefesine doğru yol alan kitap son olarak Pragmatizm açıklamasıyla son buluyor.

Kitap dinleri ve felsefi akımları içinde bulunduğu tarihsel dönemin üretim yasalarından, üretim ilişkilerinden hareketle açıklıyor ve köleci toplumun dini olarak Hıristiyanlığı; Budizmi ise kast sisteminin bir getirisi olarak okura açıklıyor. Yunan Felsefesini de Yunan toplumunun içinde bulunduğu sosyo-ekonomik durumdan yola çıkarak açıklayan yazar tarihi bir de materyalist perspektiften okura sunmuş oluyor. 



MOMOS


Peşin peşin söyleyeyim bir “anime” kültürü olmayan ve animasyon filmleri izlemekten de gayri ihtiyari uzak duran biriyim. Gerçeklik algımı bozuyor sanırım, izleyemiyorum. Şans verdiğim zamanlar da oluyor, şu sıralar epeyce izledim; bu haftayı kendime” Miyazaki Filmleri” haftası yaptım ve içlerinden konusu ve konuyu işleyişi bakımından “Prenses Mononoke’yi” çok beğendim.

İzlemekten en çok zevk aldığım “Howl’un Yürüyen Şatosu” oldu ve aksiyonunu beğendiğim filmi ise “Castle in the Sky” yine de Prenses Mononoke, konusu ve bunu işleyiş tarzıyla aralarında öne çıkan isim oldu benim için ve düşüncelerimi burada paylaşmak istedim.

Bir kabilenin liderliğini yapan Ashitaka adında bir genç, bir gün ormanda lanetli bir “domuz” ile karşılaşır ve halkını korumak için bu yaratıkla verdiği savaş esnasında yara alır. Kahramanımız aldığı yara ile bir lanete hapsolmuş olur.

Ashitaka yaratığı yok ettikten sonra, hayvanın kalbinden demir bir top, yere düşer ve bu kabilenin kâhini, hayvanı öfkeden yakıp kül edenin, bu demir top olduğunu söyler. Burada yaratık diyorum çünkü aslen bir domuz olan hayvanımız lanetlenmiş ve başka bir şeye dönüşmüştür ve gözü dönmüş bir cani gibi hareket etmektedir ve onun bu hali kalbine saplanmış olan demir topla ilintilidir. Burada güzel olan detay yaratığın ısırığı ile lanetin insana da bulaşması ve onu da tıpkı bir zamanlar domuz olan hayvan gibi öfkeden küle döndürerek, yok edecek olmasıdır fakat Ashitaka yazgısına karşı koymak üzere yola düşer ve arayışına başlar.

 Filmin ilk 15 dakikasında Miyazaki bizlere; teknolojinin doğayı alt etmesinin sonuçlarının, insanı da felakete götüreceğini sembolik bir anlatımla dile getirmiş. Bu kısım dikkate değer ve üzerinde düşünülmesi gereken bir kısım; edimlerimizin sonuçlarını öngörüyor olabilmemiz gerekir ve uygarlığa attığımız her adım doğadan bir kopuşu imgelemektedir ki bu gaddar bir aç gözlülükle doğayı talan edişimizin de aynı zamanda bir hikâyesidir. Miyazaki’nin işaret ettiği şey de işte budur Prenses Mononoke’de ya da benim gördüğüm buydu diyeceğim, beylik bir laf daha etmeden…

Domuzun kalbine saplanan demir top, yeşerdiği doğanın bir parçası ve insanın alet kullanma becerisinin bir sonucudur. Fakat doğa, insanın bu alt edişine kızgındır ve öfkesini boşaltır. Fantastik bir kurguya sahip filmde doğa-teknoloji karşıtlığı bu şekilde işlenmiştir. Doğa ve teknolojinin bu birbirini içermesi ve fakat birbirlerine bu karşıtlığında insan nerededir? Miyazaki’nin sorduğu sorulardan biri buydu sanıyorum. İnsan şüphesiz doğadan teknoloji yaratandır ve onları birbirlerine uyumlaştıracak olan da aslında insandır. Zıtlıkların egemenliğinde insanın dengeleyici bir unsur olması gerekir. Kahramanımız Ashitaka da filmde bu noktadadır: uyumlaştıran.

Ormanın ruhu ve demir kasaba karşı karşıyadır ve kasabalılar daha çok demir üretebilmek ve gelişmek için ormanın ruhunun yok edilmesi gerektiğine inanırlar. Film bu karşıtlık üzerine kurulmuş ve bu izlek üzerinden açımlanmıştır. Son söz olarak Miyazaki; doğa ile savaşta kaybedenin “kazansak” dahi “insan toplumu” olduğunu ve teknolojinin karşısında “doğanın özünün” koruyuculuğunu üstlenen insana da doğanın cömert davranacağını, çok güzel sembolleştirmiştir.


Filmde söylenecek çok söz, yorumlanabilecek, düşünmeye sevk eden birçok olay var. Toplu bir özetini sunmak, benim için mümkün değil çünkü inanılmaz ayrıntılar ile bezeli bir film ve siz okurları lafı uzatıp sıkmak istemem. Ve son olarak diyebilirim ki; son zamanlarda en çok etkilendiğim filmlerden biri oldu. 




MOMOS



Senaryo tarihi 2007' ye dayanan, yıllanmış konusuyla 2015 yılında çekimlerine başlanan filmimiz Passengers, bilim-kurgu ve romantizmin harmanlanmış şeklini sunmaktadır. Yönetmenliğini Morten Tyldum senaristliğini Jon Spaihts üstlenmiştir.

2007 yılına dayanan bir senaryonun, bu zamana kadar beklemesi bence senaryonun oturması, yeni teknolojiye göre revize edilmesi açısından bence avantajlı bir konumdaymış. Bu bilgi insanda daha sağlam bir senaryonun olması beklentisini doğuruyor ister istemez. Ki ben ilk Passengers filminin fragmanını izlediğimde çok hoşuma gitmişti ve heyecanla beklemekteydim. Tabii nereden bilebilirdim senaryonun can alıcılığının sadece fragman görüntülerinde olduğunu... Bu nedenle biraz hayal kırıklığı yaşamadım değil maalesef.

2017 yılındayız o kadar çok uzay, yıldızlar, yıldız savaşları, boyutları vs. konuları gördük ki artık belli bir doyuma ulaştı izleyici. Bundan sonra yapılacak olan filmlerin daha etkileyici ve bir sonraki levele atlaması gerekiyor. Passengers  filminde de bence daha yaratıcı ve etkileyici unsurların kullanılması için gerekli zemin vardı fakat bu tercih edilmemiş gibi geldi bana. Film yüzeysel olarak bilim-kurgu, diğer taraftan romantizm öne sürülerek bu bekleyiş bertaraf edilmiş. Bunun sonucunda da filmde mantık hataları ve konunun yüzeysel kalması izleyici tarafından pek hoş karşılanmadı.


Oyuncu kadrosu ise başrolleri paylaşan Jennifer Lawrence ve Chris Pratt bulunmaktadır. Oyunculuklar her zamanki gibi çok güzeldi. Zaten Chris Pratt’in etkileyiciliği ve Jennifer Lawrence’ n güzelliği filmi izletti bunu açıkça söyleyebilirim. Senaryodan beklediğim etkiyi bulamayınca hayran hayran onları izledim 2 saat boyunca. Bir de benim çok hoşuma giden bir sahne Aurora’nın nasıl uyandırıldığını öğrendikten sonra gecenin bir vakti uyuyan Jim’i tekme tokat dövme sahnesiydi. Normalde dövüş sahnelerinde erkeklerin sert hamleler yaptığını görürüz, hissettirilir izleyiciye. Kadın savaşçıların dövüş sahneleri o sertliği vermez. En azından ben bu kadar net hissetmemiştim. Aurora’ nın yumrukları, tekmeleri o kadar iyi verilmiş ki filmi izlerken ben “Oo yalnız iyi vurdu!” cümlesini kurduğumu hatırlıyorum.  

Filmde görsellik ve başrol oyuncularının güzelliği hariç diğer unsurlar hayal kırıklığıydı. Öncelikle çok fazla mantık hatası vardı. Mesela tamirci olan Jim her şeyi tamir edebiliyorken kendi uyku kapsülünü edemiyor?! Ki sonradan anlıyoruz çok basit bir arıza sonucu kapsül bozulmuş. Mantık hatalarının dışında konunun tam ortasında “bencilik mi?” yoksa “hak ediş mi?” sorusu bulunmakta. 120 yıllık bir uykuda olması gereken Jim, Starship Avalon gemisinin meteora çarpması sonucu uyku kapsülünde meydana gelen arızadan dolayı 90 yıl erken uyanmaktadır. 1 yıl boyunca gemide tek başına kaldıktan sonra artık insani duyguları, düşünceleri tahrip görmektedir. Tesadüf eseri uykuda olan “Altın Sınıf Üyesi” Aurora’yı görüp etkilenir ve aklında bir muzip düşünce belirir;“Ya o da uyanırsa?”. Bu düşüncenin yanlış olduğunun farkındadır ama yalnızlık duygusu o kadar baskındır ki Aurora’nın tüm hayatını etkileyecek adımı atar ve kendi elleriyle onu uyandırır. Şimdi burada izleyici “Bencil Jim!” ve “Zavallı Jim!” olarak ayrılmaktadır. Yani şu açıdan düşününce, sonucunda Aurora’nın karar verdiği bir seçimi var. Buna göre hayatını şekillendirmiş ve bir yola çıkmış. Siz böylesine bir yoldayken adamın biri sırf yalnız kaldı diye hayatınıza müdahale etmesi gerçekten çok yıkıcı bir durum. Jim açısında bakıldığında ise aynı durum geçerli ve 90 yıl öncesinde uyanmak onun seçimi değildi. Evet burada önemli bir nokta Jim’in arıza sonucunda uyanmış olması ama Aurora’nın ise bir müdahale sonucu uyanmış olması. Bu nedenle baskın olarak verilen duygu bencillik olarak karşımızda. Fakat film ilerledikçe geminin meteora çarpması nedeniyle oluşan arızaların büyüklüğü nedeniyle insan eli yardımı ile düzeltilmesi gerekmektedir. Yani birileri uyanmamış olsa Starship Avalon gemisi 120 yıl yolculuğa dayanamayacak ve 5000 yolcu uykuda ölecekmiş. Ve gerçek hayatında çokta mutlu olamayan Aurora’nın aşkı bulup mutlu bir şekilde yaşamını sürdürmesi bir rahatlama unsur olarak izleyiciye verilen duygu ile sorun ortadan kaldırılmış olunur.

Bir önemli nokta da hala ve maalesef hep olacak sınıf ayrımı konusu. Yani bilim-kurgu filmin de böylesine rahatsız edici bir unsur olmamalıydı. 120 yıllık bir uzay yolculuğunda, değişen dünyalarda bile var olacak sınıf ayrımı çok belirgin gösterilmektedir. Çok üzücü …


Büyük umutlar ve beklentiler eşliğinde heyecanla izlediğim fakat çok çiy kalan aslında zeminde güçlü ama yüzeysel aktarılmış bir film oldu benim için Passengers. 3D olması da görselliğinin can alıcı olacağını düşünmüştüm. 3D olmasa da olurmuş yani.

Film hasılat açısından büyükkazançlar sağlamasına rağmen izleyicisinde o derece büyük bir etki yarattığını düşünmüyorum. Ama dediğim gibi Chris Pratt veya Jennifer Lawrence hayranıysanız sırf onlar için izlenir. İzlerken de hayran kalınır benden söylemesi :) …




FERONİA
NEFRET SEKİZLİSİ 2016
IMDB : 7.9
YÖNETMEN: QUENTIN TARANTINO
Şu karlı ve güzel havada evinde olanlar için oldukça güzel bir film önerim var. Geçen senenin ocak ayında gösterime giren filmi izlememin üzerinden uzun bir süre geçmesine rağmen oldukça hoşuma giden bir Tarantino yapımı oldu. Görsellik olarak bol karlı bir yapım, çok fazla diyalog olmasının yanı sıra film nedense beni hiç sıkmadı.

Konusuna değinmeden önce oyuncu kadrosunun oldukça kaliteli olduğunu da söylemeden geçemeyeceğim. Bir filmin daha girişindeki yazı stili ve tabi ki sahneleri ile tam bir Tarantino filmi olduğu belli oluyor.

İç savaş sonrası Cellat olarak adı geçen ödül Avcısı (Kurt Russell) yanında suçlu bir kadın ile yola çıkar. Kadını adalete teslim etmesi gerekiyordur fakat kar fırtınası sebebi ile orada bir yere sığınmaya karar verirler. Yolda kanun kaçağı ve ödül avcısı (Samuel Jackson) ile karşılaşırlar onu da arabaya alırlar fakat kulübeye vardıklarında oranın asıl sahibi yerine onları 4 farklı kişi karşılar. Herkesin mesafeli olmasının yanı sıra ihanetin ortaya çıkması ve olay örgüsünün gelişmesi ile neler olacağını merak içinde beklemek kalıyor. Filmin ilk yarısı çok fazla diyalog içerse de ilerleyen dakikalarda işler iyice sarpa sarıyor ve silahlar konuşuyor. Daisy’ nin yara bere içinde olması ilk başta beni rahatsız etse de kadının psycho halleri ve ironik tavırları komik bir hava katmış. Sürekli intikam için kardeşinin geleceğinden bahseden Daisy’nin kardeşi rolünde ki Channing Tatum ise filmin sonlarında karşımıza çıkıyor.
Soundtrackleri de oldukça başarılı olan filmin müziklerine şuradan ulaşabilirsiniz.


Karda geçen bir Western filmi diyecek çok fazla bir söz yok izlemek lazım sonu farklı olan ve yönetmenin tarzını yansıttığı güzel filmlerden diyebilirim.

GAİA
Blogger tarafından desteklenmektedir.