Hepimiz gerçek hayatın zorluklarından bunalıp keşke bir model olsaydım lafını en az bir kere kurmuşuzdur. Ne sorun olabilir ki? Uzun bir boy, düzgün bir fiziğin varsa dünyanın en iyi markalarının ürünlerini giyip, dünyanın en iyi dergilerinde yer alabilir ve zengin olabilirsin. 

Genç yaşta manken olmak için Danimarka'dan ayrılan 16 yaşındaki Emma Fransa'ya gelir. Daha yolun çok başında bir manken adayı olduğundan bir oda tutar ve odayı Zofia adında başka bir mankenle paylaşır. Hayali bir gün Chanel'in defilesinde baş manken olarak yürümektir.

Film ikili ilişkiler ve kendisini savunma konusunda hiçbir şey bilmeyen, bocalayan, toparlamak isteyen ama sürekli daha dibe batan bir modelin hikayesi... Model rolünde Maria Palm'ı görüyoruz. Kesinlikle Vogue dergilerinden aşina olduğumuz standart güzel mankenlerden birisi fakat gerçek hayatta çokta ünlü olmaması açıkçası beni şaşırttı. 

Fransa'daki ilk çekiminde gergin olduğu için fotoğraf çekimini berbat eden ve fotoğrafçı tarafından kovulan Emma oldukça üzgün ayrılır. Fotoğrafçı rolünde karşımıza Shane rolü ile Ed Skrein çıkıyor; genellikle aksiyon filmlerinden tanıdığımız oyuncu seksi fotoğrafçıyı da oldukça güzel canlandırmış. 

Yeni başlayan mankenler için en önemli kişi fotoğrafçıdır. Fotoğrafçı seni severse sonrasında işler istediğinden bile iyi gider, kapıların açılması çok kolaydır. En basiti günümüz dünyasına baktığımızda Instagram sayesinde mankenleri gördüğümüz kadar fotoğrafçıları ile birlikte de oldukça fazla poz görüyoruz. Mankenler ajanslarla çalışsa da asıl işverenleri fotoğrafçılar oluyor...

Kötü geçen bir haftadan sonra Zofia gece dışarı çıkıp biraz eğlenmeyi teklif eder. Tesadüf eseri yakışıklı fotoğrafçı Shane' de aynı gece kulübünde arkadaşları ile eğlenmektedir. Fotoğraf çekiminin berbat geçmesinden dolayı kendini hala kötü hisseden Emma, Shane'e merhaba der ve gayet samimi bir karşılık veren fotoğrafçımız arkadaşları yanına geri döner.Alkolün etkisi ile Shane'i dansa kaldırır ve yakınlaşırlar.

İlk fotoğraf çekimi yüzünden neredeyse sözleşmesi feshedilecek olan Emma birden aynı fotoğrafçı tarafından L'Officiel çekimi için davet alır. Fotoğrafçı Shane gerçek hayatın Mert Alaş'ı gibi desek yalan olmaz. Kısa sürede kaynaşan ikili sevgili olur ve tabi ki Shane her çekimde Emma ile çalışmak ister daha doğrusu ilişkileri boyunca... İkisi de birbirine aşık olmasına rağmen Emma büyülü dünyanın ışıltısına kapılıp Danimarka'daki sevgilisini yok sayar. Shane'in arkadaş topluluğu için gittikleri bir partide Shane eski sevgilisi ile fazla samimi olması Emma'nın durumu yanlış yorumlamasına neden olur ve Chanel' in yöneticilerinden biriyle gece birlikte olur. Sabah Shane arkadaşları ile vakit geçirip geç kaldığını söylemesi ve Emma'nın inanmaması üzerine Emma başkası ile birlikte olduğunu söyler. İpler burdan sonra kopar zaten Shane hiçbir çekimde Emma'yı istemez. Öyle bir dünyada çevreniz yoksa şartlar pekte iyiye gitmeyecektir.

Filmlerde olaylar ne kadar iyi başlarsa kötüleşmesi de bir o kadar hızlı oluyor o yüzden bu da kuralı bozmadı. Daha yolun çok başında olan ve birkaç çekimde bile durumu kurtaramayıp ipin ucunu kaçıran Emma belkide reddedilmekten korktuğu için Bay Chanel ile birlikte oldu. En başında sıradan bir modelken ve çekimden kovulurken fotoğrafçıyı öpmesi sayesinde dikkatini çeken ve her çekime dahil olan Emma için işlerin bu şekilde ilerliyor olduğunu düşünmesi yanlış değil. Shane ile birlikte olmak için yalan söyleyip 2. şansı elde eden Emma'nın yine en büyük hatası insanlara güvenmesi... Çekimler sırasında Shane'e söylediği yalanı Zofia'ya anlatır... Küçük bir kasabadan modanın kalbine geliyorsanız tutunmak için neler yaparsınız? Emma aldatıyor, aldatılıyor, tecavüze uğruyor ve cinayete teşebbüse kadar gidiyor olaylar.


Ev arkadaşı Zofia, Emma'yı her zaman kıskanır çünkü o da başka bir ülkeden gelmiştir ve zorlanıyordur fakat gözü biraz daha açıktır. Gerçekten tanrıçaların olduğu bir dünyada sıradan bir yüzünüz ve ölçüleriniz varsa daha farklı bir strateji izlemeniz gerekir. Yaptığı ilk iş Shane'i kendi tarafına çekmek olur. 

Yaşanan onca olumsuzluktan sonra Danimarka'ya dönen Emma için tüm umutlar tükendiğinde ajanstan bir telefon alır; En son yaşadığı olaydan dolayı dikkatleri üzerine çekmiştir ve Moda Haftası için Chanel'den bir davet aldığını öğrenir fakat sonunda hem ajansın tüm yaşananlardan ötürü reddettiğini öğrenir hem de gerçekten gitmek ister mi tam emin olamayız. Çok şaşırır ve donakalır. Benim yorumum tabi ki sonrasında tekrar geri dönüp ortamın tozunu attırması yönünde diyebilirim. 

Oldukça güzel ve etkileyici bir filmdi. Eğer güçlü ve nüfuzlu bir aile geçmişiniz yoksa bu yolda yürümenin ne kadar zorlayıcı olduğunu görüyoruz. Kişilerarası iletişim becerileriniz ne kadar iyiyse- eh birazda şans- yükselmeniz, en azından işleri yoluna koymanız kariyeriniz açısından iyi bir yol çizecektir.

GAİA










"Dünya dört şeyle ayakta durur; bilgenin ilmi, soylunun adaleti, cesurun yiğitliği, haklının duaları. ama tüm bunlar hiçbir şey değildir, yönetme sanatını bilen bir yönetici olmadıkça"

Kitabın konusu itibari ile eğer yıldız savaşları, yapay zekalar ya da bilim-kurguya ait bir beklentiniz varsa sizi hayal kırıklığına uğratabilir. Kitaba sci-fi alanındaki seçimlerine güvendiğim bir arkadaşımın önerisi üzerine başladım ve kitap koskoca bir sözlük okuyorum hissi yarattı. Kitabın arka kapağında tek kıyaslanabilecek olan yapıt "Yüzüklerin Efendisi" yazıyor. Kurgu olarak bakıldığında haklı diyebilirim. Yeni topluluklar, gezegenler, farklı sınıflar ve kültürleri görüyoruz...

Günümüz dünyasından çokta farklı olmayan bir politika anlayışı karşımıza çıkıyor. Hatta hangi gezegen hangi ülkeyi temsil ediyor çok belirgin..

Kitapta heyecan verici olaylar olduğu gibi büyük çoğunluk bir şeyleri eğitme ve açıklamalar üzerinden gidiyor. Bütün kitabın çölde geçmesi göz önüne alınırsa gerçekten başarılı bir eser olduğunu unutmamak lazım. Sürgüne gönderilen bir Dük ve tüm gezegenlerin kalbini oluşturan bir ürün melanj yani "baharat" ;insanda bağımlılık yapan ve insan ömrünü uzatması nedeni ile oldukça önemli, sadece tek bir gezegende oluşan bir ürün ve loncanın kontrolünde olan bir ulaşım ağı, tüm gezegenlere hükmeden bir imparator ve tabi ki olmazsa olmaz her zaman gücü ele geçirmeye çalışan ve bunun için her şeyi yapan bir hanedan ve önemli kişilik Baron. 

Caladan Gezegeni ne kadar nemliyse, Dune bir o kadar kuraktır. İnsanlar vücut sıvılarını tutan ve dönüştüren kıyafetler giyer ve su bir elmastan bile daha değerlidir. Caladan başkarakterin sürgünden önce yaşadığı ve günümüz dünyasına benzemesiyle dikkat çekiyor.

 "bir şeyin yokluğu varlığı kadar öldürücü olabilir" 

Çok fazla detay ve kişiler bulunan kitap daha çok Paul  Atreides ve annesi Lady Jessica üzerinden ilerliyor. Bene Gesserit adı verilen bir tarikat ve soylularla evlendirilip sadece kız çocuk doğurmasına izin verilen bu tarikat insan ilişkileri, akıl okuma ve insanları yönlendirme gibi daha çok farklı özellikleri bulunuyor. Lady Jessica'da bunlardan birisi oğlunu da bu yöntemle eğitmiştir.

Üzerinde bir sürü makale yazılması muhtemel olan bir eser olduğu için ne desem eksik kalır. Konuyu yazmak istememdeki asıl neden defalarca filmi ya da dizisi çekilmeye çalışılmış ve ortaya oldukça başarısız sonuçlar çıkmasına rağmen Denis Villeneuve'nin yönetmen koltuğunda olacağı 2020 yapımı bir filmin ilk kareleri internete düşmeye başladı. 



Daha önce çekilen filmlerin dönemin teknolojik yetersizlikleri ve bahsettiğim gibi kitap olaylardan çok açıklamalar üzerinden ilerlediği için zor olduğu yönündeydi. Yeni yayınlanan görseller oldukça güzel görünüyor. Oyuncu kadrosuyla da dikkat çeken film için belki bu sefer hakkettiği başarıyı yakalar.

BOHEMIAN RHAPSODY
IMDB: 8,4
YÖNETMEN: Bryan SINGER
Is this the real life?
Is this just fantasy?

Queen’nin ne kadar mükemmel ve efsanevi olduğunu zaten herkes biliyor. Hiç Queen dinlemedim diyen birisi bile mutlaka şarkılarını bir reklamda bir yerde muhakkak duymuştur ve melodiyi ezbere biliyordur… Sadece müzik dinlemek için sinemaya gittiyseniz istediğinizi almışsınızdır.

Film boyunca bir şeyler eksik geldi sanki olaylar fazla bağlantılı değil ve yönetmen her şeyi göstermek istediği için çok hızlı akıyordu. Freddie Mercury ve gruptakilerin hayatına daha çok yönelebilirlerdi, bize bilmediğimiz bir Queen anlatılabilirdi… Bunun aynısı zaten evde de var diyorsunuz ya da müzik listemde o yüzden normal zaman geçirmek için iyi bir filmdi sadece fazla bir beklentiye girmeden izlenmeli.
Başlangıç için çok olumsuz gelmiş olabilir ama sonuçta Queen zaten müzikleri için bile gidilir. Freddie’nin Mary diye bir sevgilisi olduğunu ve love of my life şarkısını ona yazdığını çoğumuz bilmiyordu belki de öğrenmiş olduk. Film boyunca en sevdiğim detaylardan birisi aralarındaki bağın hiç kopmamasıydı. En sevdiğim replik ve kesinlikle katıldığım kısım ise “para mutluluğu satın alamaz ama etrafa mutluluk saçmamızı sağlar” dediği o umursamaz andı. Tavırları biraz Oscar Wilde variydi.

Hayatta her şey mükemmel gitmeyebilir, hayat görüşünüz diğerlerinden farklı olabilir, dış görünüşünüze göre yargılanıyor olabilirsiniz ya da insanlar sizin garip olduğunuzu bile düşünüyor olabilir. Böyle bir zamanda Freddie vokalsiz kalan Smile grubunun başına geçmek ister fakat grup başta onunla dalga geçer çünkü koca dişli ve garip giyimi olan değişik tavırlı bir kimsedir ama tek bir şarkının küçük bir kısmını söyleyerek kendisini gösterir. İnsanlara fırsatlar verildiğinde kendilerini gösterme şansları olabiliyor ve Queen’i bugün hepimiz biliyoruz.
Çok ünlü bir yapım şirketi ile bir anlaşma imzalamalarından bir süre sonra şirket belli kalıplar dışına çıkıp riske girmek istemez ama Freddie kalıplar içinde kalmak için fazlasıyla sıradışıdır. Belli zamanlarda belli formüller kullanılabilir ama kişinin potansiyeli çok farklı olabilir; Freddie çok farklı bir sinerjiye sahipti ve kalabalığı etkisi altına alabilme gibi kendine has özelliği vardı. Şirketin yaptığı en büyük hata grubu kaybetmek olur. Çok iyi sanatçılarla çalışmış olan şirket altın plağa bile sahip olmasına rağmen tarihe Queen’i kaybeden şirket olarak kayıtlara geçer.

Film boyunca çalınmayan bir parça bilin bakalım neydi? Moulin Rouge filminden bir karşılaştırma yapmak istiyorum. Baş kadın karakter ölümcül bir hastalığa yakalandığını öğrendiğinde herkes Show must go on parçasını farklı versiyonda yorumlamıştı. Freddy hastalık haberini aldığında çok klişe olcaktı belki ama sonuçta kendi parçaları ve orada kullanılabilirdi. Belki de yönetmen Freddie bu şekilde olmasını istemezdi diye düşünüp fazla dramatize etmek istememişte olabilir. Son kısımda ise mükemmel bir konserle veda ediyorlar.
 Tekrar izler miyim? Muhtemelen hayır. Queen dinler miyim? Her zaman…

GAIA


AMERICAN BEAUTY
IMDB: 8.4
YÖNETMEN: Sam MENDES

“Adım Lester Burnham. Burası benim mahallem. Benim sokağım. Benim hayatım. 42 yaşındayım. Bir yıldan kısa bir sürede… Bakalım ne olacağım. Elbette, bunu daha bilmiyorum. Bir bakıma zaten yaşlıyım. Bana bakın. Duşta kendimi tatmin ediyorum.  Günümün en keyifli anı bu olacak. Sonrası ise hep yok olacak…”
Etkileyici girişleri olan filmleri her zaman sevmişimdir. Aslında çok basit bir giriş gibi görünebilir, adamın birisi basit bir hayat yaşadığından dert yanıyor. Hayır yanılıyorsunuz aslında sıradan olan bazı şeylerin nasılda kontrolden çıkacağının başlangıcı sadece bu kısım, gelin içeriğine bir göz atalım.

Film bana mahalle baskısının insanlarda ne gibi farklılıklara yol açtığını gösterdi desem yeri var : bakire sürtükler, nazi gayler, bir sevişse rahatlıyacak olan kişiler ve ergenliğin romantik noktaları... bu kimlikleri gizlerken nasıl davrandıklarını konu ediyor.

Başrolde Kevin Spacey gibi bir oyuncu yer alıyor ve rolünde çok iyi diyip klişe bir laf etmek istemiyorum ama House of Cards dizisindeki otoriter kimliği ile bu roldeki pasifliği gerçekten iki zıt kutup diyebilirim.

Film klasik amerikan ailesini anlatıyor. Hırslı bir emlakçı olan karısı Carolyn aslına baktığımızda hayatında kendini var etmesinin tek yolu kendini işine vermesi  gibi görünüyor. Ailesi ile fazla ilgilenmeyen ve hayranlık duyduğu emlakçılar kralı ile vakit geçirdikten sonra aslına bakarsanız istediği hayatın o olmadığını anlıyorsunuz. Bir şeyler yolunda değil ve iletişim eksikliğinden dolayı kişiler bunu her zaman farklı yerlerde arıyorlar. 



Film kızlarına verdikleri önemi göstermek için- çünkü başka nasıl gösterirler pek fikirleri yok- Jane'in amigo kızlık yaptığı gösteriye giderler ve olayların fitilini ateşleyen nokta burada patlıyor. Baba karakter kızının arkadaşı olan güzeller güzeli 16 yaşındaki Angela Hayes'e vurulur. Aklı fikri sürekli bu kızdadır ve onunla ilgili değişik fantezileri barındırır. Kızı bu durumun farkında olmasından dolayı babası ile arası zaten kötü olan karakter iyice gıcık olmaya başlar. 

Bir bölümde Angela Lester'ın ne kadar seksi olduğu ile ilgili Jane ile dalga geçer aslında biraz vücut çalışsa oldukça seksi göndermesini yapar ve babası bunu duyduktan sonra kendisini spora verir. İş yerinde baba karakter yani Lester'ı işten çıkarmak için bahaneler arayan patronuna bu motivasyon ile gidip işi bıraktığını söyler ama bu öyle elini kolunu sallayıp bir bırakma değil elbette şantaj ile yüklü miktarda bir ücret alarak hayallerindeki arabaya bile sahip olur. Açıkcası zavallı çalışanları işten çıkarmak için bahane arayan ve bunun nedeni de fahişelerle yediği paralardan sonra sıkıntıya düşen patronuna iyi bile olmuştur. Lester ise hayatından gayet mutlu bir şekilde ve hatta kendi kapasitesinin çok altındaki bir işe  "sorumluluk almayacağım bir iş istiyorum " diyerek fastfood dükkanında aşcı olarak işe başlar.


Biraz da diğer karakterlere değinelim; yan binaya yeni bir komşu taşınır ve komşularına hoşgeldin demek isteyen gay çifti, eski subay olan karakter ters biçimde karşılayarak homofobik bir hava çizer. Subay olan bu karakter nazi eşyaları ve silah koleksiyonu olan bir insan ve bir filmde bir silah varsa her zaman ateşlenir. Ricky'nin babası ile olan ilişkisi her zaman askeri bir nizamda olduğunu görüyoruz. Annesi zaten bitkisel hayatta gibi bir durumda yer alıyor tam olarak oldukça yalnız bir karakter.

Çocuğun elinde sürekli kamera ile karşı komşusunu çekmesi ise açıkcası tam olarak röntgencilik ama kızda bu durumdan bir süre sonra hoşlanmaya başlıyor. Çocuk anormal bir tip çizerken, çektiği filmlerden biri hakkında bir konuşma geçiyor, hani poşetin rüzgarda dans etmesini konu edinen sahnedeki " hayatta o kadar güzel şeyler var ki bazen kalbim sıkışıyor" aslında çoğu insan ne kadar şanslı olduğunun farkında değil ve mutsuz olmak için yer aramıyor mu genel hayatımıza baktığımızda da...

Angela ise insanların onun hakkında sürekli cinsel fantazilerde bulunmasının oldukça normal bir şey olduğundan bahsederken Jane'nin bunun iğrenç olduğunu belirtmesi oldukça dikkat çeken sahnelerden birisi çünkü her zaman ortamdaki güzel kız olan Angela ve arzulanması oldukça normal. Fotoğrafçının birisi ile yattığını çünkü manken olabileceğinden ve daha nice kişilerle yattığından bahsediyor film boyunca, yalnız onunla ilgilenmeyen tek erkekten yani Ricky'den ise anormal davranışlı bir psikopat olarak bahsediyor ama Jane yerine onunla ilgileniyor olsaydı bu durum onun için hiç sorun olmazdı. Sıradan bir insan olmanın sıkıcılığından korkan karakter güzelliğini kullanarak kendini var etme çabasında film boyunca açıkcası gerçek bir  "American Güzeli"

Jane'in davranışlarında ki nedenin en büyük nedeni ise aslında babasının ilgisizliğinden kaynaklanıyor. Bunu Ricky ile konuştukları bir bölümde de söylüyor. Ricky'nin ailesine karşı oldukça düzgün bir hayat sürmesinin altında ise babasına karşı bir başkaldırı var, yaptığı uyuşturucu satıcılığı bunun örneği denebilir. Babasının oğlunu gay sanması üzerine komşuları Lester'n evine gitmesi ve umduğunu bulamaması ise yaşadığı utanç sonucunda birinin ölümüne neden olur. Angela ise Lester'a istediği ilgiyi gösterdiği sırada aslında bakire olduğunu söyler ve Lester bunun bir hata olduğunu kızın sadece bir çocuk olduğunun farkına varır. Aslında ne kadar şanslı olduğunu farkeder ve zaten bir ailesi olduğu için oldukça mutludur...

Filmdeki bazı sahneler tam olarak tablo niteliğinde diyebilirim gül detayı oldukça güzel kullanılmış ve film birçok Oscar ödülüne aday gösterilirken bir kısmını da evine götürmüş diyebiliriz

En İyi Film, En İyi Yönetmen, En İyi Erkek Oyuncu (Kevin Spacey), En İyi Kadın Oyuncu (Annette Bening), En İyi Özgün Senaryo, En İyi Kurgu, En İyi Görüntü Yönetimi ve En İyi Özgün Müzik olmak üzere tam 8 dalda ödüle layık görülüyor.

Açıkcası izlediğim güzel ve fark yaratan filmlerden birisiydi. Yazımı bitirirken filmden bir alıntı yaparak bitiriyorum.

"Bugün geriye kalan hayatımızın ilk günü,
 Aslında bütün günler böyle,
 Öldüğümüz gün hariç..."



GAIA


Senaristliğini Yiğit Güralp’in üstlendiği, yönetmen koltuğunda da Can Ulkay’ın bulunduğu dram filmi olarak 27 Ekim 2017 tarihinde vizyona girmiştir.

Film konusu itibariyle Güney Kore savaşı sırasında ailesini savaşta kaybeden Ayla ve Türkiye’den yardım için giden askerlerden biri olan Süleyman Astsubay arasında ki oluşan bağı anlatmaktadır. Filmin konusu aslında gerçek bir yaşam hikayesinden alınmış ve beyaz perdeye yansıtılmıştır. Dram fimi olarak geçmekte film genel itibariyle. Fakat ağlamak ve gülmek eylemleri birbirleriyle ne kadar zıt gözükse de aslında aynıdır, aynı sıcaklığı samimiyeti yansıtır. Filmde de sadece ağlatmak duygulandırmak üzerine durulmamış gülmekte güldürmekte unutulmamış. 


Gerçekten Türk sinemasında belli başlı başarılı filmlerimiz var yabancı sinemasına göre. Ayla filmi de bu başarılı filmler içinde yerini alacak bir filmdir. Sadece anlattığı hikaye bakımından yaklaşmak istemiyorum oyunculuklar, görüntü, müzikler dram filmine göre çok çok başarılı.

Tabii ki konusu daha çok öne geçiyor. İşlenen askeri başarı olsun insani ilişkiler olsun Süleyman Astsubay ile Ayla arasında ki sevgi bağı olsun gayet yüreklere dokunan türden. Senaryonun gerçek hikaye olduğunu ben filmi izlerken öğrendim, normalde kurgu olarak düşünmüştüm.  İnceleme fırsatım da olmamıştı daha önce. Gerçek bir öykü olması yani orada ki yansıtılan duyguların gerçekten yaşanmış olması da insana daha çok işlemesini sağladı en azından kendi adıma. İzlerken dayanamıyorsunuz eliniz de olmadan yaşlar süzülüyor yanağınızdan. Hala daha hissedebiliyorum duyguyu.

Burada konusu kadar oyunculukların başarılı olmasının da çok etkisi var. Her rol her oyuncuya gayet yakışmış ve oturmuş. Asla bir yapmacıklık sezdirilmiyor. Her anlamda başarıyı yakalamış bir film Ayla.


Öyle ki Ayla 90. Oscar ödülleri için “Yabancı dilde en iyi film” adayı oldu. 4 Mart 2018’de gerçekleşecek ödül töreninde umarım hak ettiği başarıyı alır film. Ayrıca yönetmeni kadar senaristinin başarısının da göz ardı edilmemesi gerektiğini düşünüyorum. Yiğit Güralp’i de seyirci, ödül töreninde görmekten mutluluk duyacaktır.

Daha nice Ayla gibi başarılı filmlerimiz olur umarım ve başarılara imza atan senaristlerimiz, yönetmenlerimiz ve oyuncularımızla gurur duyarız. 



FERONİA


Yüzyıllardır bir çok insanı etkisi altına almayı başarmış, hümanist felsefeye dayalı strateji kitabı olan "Savaş Sanatı", tam tarihi bilinmemekle birlikte M.Ö 6. yy. ortalarında yaşadığı düşünülen, Zhou Hanedanı (Zu Hanedanı) ' na mensup olan He Lu' nun hükmettiği  Wu Devleti' nde yaşamış olan ve hükümdarın danışmanlığını yapan ünlü komutan ve filozof Sun Tzu (Sun Zi) tarafından yazılmış bir eserdir.

Dünyanın en eski strateji kitabı olarak kabul edilen bu eser, döneminin en önemli savaş stratejileri kaynağı olmuştur.
"Hesaplama"
"Savaş"
"Taktik Saldırı"
"Duruş (Konuşlanış)"
"Güç (Vaziyet)"
"Zayıflık - Güçlülük"
"Harekat"
"Dokuz Değişken: Binbir Olasılık"
"Orduyu Harekete Geçirmek"
"Arazi"
"Dokuz Arazi"
"Ateşle Saldırı"
"Casus Kullanma"
başlıkları altında on üç bölümden oluşan kitap Sun Tzu' nin ağzından yazılmıştır. Her bölüm savaşın farklı stratejik yönlerine değinmekte ve koşulların zafere ulaşma yolunda nasıl lehine çevrileceğine dair  bilgiler ve öğütler vermektedir. Ayrıca eser Çin atasözleri, özlü sözler ve eski Çin ölçü birimleri barındırmaktadır. 
       
Bir savaş strateji kitabından fazlası olan bu eserdeki, Sun Tzu' nin benimsediği ve kitabın temelinde yatan Taoculuk ve hümanizm görüşü, kitaba derinlik katmıştır. Verilen öğütlerden savaşmadan ve katliam yapmadan kazanmayı esas almasından bunu görebiliyoruz. Kitapta verilen bu öğütler ve taktikler gündelik hayata dahi uygulanabilir niteliktedir. Öyle ki 20. yy.' dan itibaren siyaset, ekonomi, iş dünyası, sanat gibi birçok alanın vazgeçilmezleri arasına girmiştir ve birçok esere alıntı olmuştur.
       
İlgilenenler için "Sun Tzu and the Art of Business: Six Strategic Principles of Managers" adlı, iş dünyasına yönelik bir kitap da mevcut.

NOTT
ALIEN: COVENANT 2017
YÖNETMEN: Ridley SCOTT
IMDB:7
Çok fazla bilim-kurgu filminin çıkmasına bağlı olarak şu aralar fark etmişsinizdir ki ana konu yine aynı, insan ırkı başka gezegenlere gidip koloni kurmaya hazırlanıyor. Tabi doğal olarak yolculuk sırasında yine binbir türlü zorluk baş gösterecek ki filmi izleyelim. Sonuçta bir filmde kötü adam ne kadar iyi ise filmde o kadar iyi oluyor.

Predetor ve Alien filmlerini başından beri çok severim ama daha çok Predator fanıyım desem yeri var. Özellikle de “Predator vs. Aliens” filmlerinde Predator’ u  bayağı etkileyici ve korkutucu bulmuştum, çünkü hem aşırı zekiler hem de çok ileri bir teknolojiye sahiptiler, Alien da ise olay daha ilkel fakat her zaman film seçerken yine en önemli nokta yönetmen benim için Ridley Scott olduğunu duyunca hiç düşünmeden gittim. Hazır bilgiler tazeyken sizinle de paylaşayım.

Film Alien devamı gibi gözükse de Prometheus filminin devamıdır. Prometheus’ u izlemeyenler için filmi izleyenler de bazı kısımlar tam oturmamış olabilir belki, her ne kadar David sahneye çıksa ve nedeni açıklansa bile önce ki filmi izleyen için daha farklı olacaktır.
Filmin başlangıcı bana Passengers filmini anımsattı biraz geminin bir yıldız patlaması sonucu hasar alması ve mürettebatın uyanması kısmından bahsediyorum. Daha sonra asıl hedeflerine gitmekten vazgeçip daha yakın alternatif bir gezegene gitmeleri ise hedeflenen yoldan başka bir yola girdiğimizde başımıza nelerin geleceğini gösteriyor sanki.

Prometheus filminde David’i açıkçası çok sevmiştim fakat tayfasının yok olmasından sonra varoluşu sorgulayan David akla şu soruyu getiriyor David’i insan yaratmıştır ve insan da zaten kendi yaratıcısını aradığı için şuan o gezegende mahsur kalmıştır. Üstelik kendisini yaratan insandan çok daha üstündür çünkü insan öldüğünde bile o yaşamaya devam ediyor. Bir üst modelimiz olan Walter filmin başında yaratıcısı olan insan ile konuşurken o da varoluşu sorguluyor. David ise kendisini Tanrı konumunda görmeye başlayıp insana savaş açtığını görüyoruz çünkü her ne kadar insandan üstün olduğunu düşünse bile aslında insan olamadığı için ve insanın belirlediği kurallar dâhilinde-yazılım/kodlar- kaldığı için öfkelidir. Bunu da notaları Walter' a öğretirken "Yeni bir nota üretemeyiz yalnızca olanları çalabiliriz diyor." Byron’dan bir çok alıntı yapan David bir bölümde Walter’ a okuduğu şiirde ne kadar kibirli olduğu gözümüze çarpar ve kendini gördüğü konumu aslında bize direkt olarak söyler:

“Ben Krallar Kralı Ozmandias’ım."
Ey güçlü olan, şu yaptığım işlere bak ve titre
O tarihi anıtın, uçsuz bucaksız çevresinde
Arasan sadece koca bir gövde ve kalıntılar
Başkaca uzanıp giden yalnızlık ve kumlar"

Yalnız bir hata vardır şiir kime ait dediğinde David, "Byron" cevabını verir. Walter ise "Hayır Shelley" diye düzeltir onu, sadece Shelley demesi akla Frankenstein' ın yazarı ünlü Mary Shelley' i akıllara getirir. Her ne kadar Percy Bysshe Shelley’ den bahsediyor olsa da güzel bir çağırışımdır. Frankenstein’ da da Tanrı rolünü oynayan Dr. Frankenstein yarattığı şeyden hiç hoşlanmaz ve ona canavar der. İnsan bir canavar yarattı ve David de kendi canavarlarını yaratmaya başladı.
Değinmek istediğim bir diğer nokta Alienların yeni formu; sanırım daha insansı ve daha estetik bir formları olduğunu söylemeliyim. David ile iletişim kurdukları o sahnede hani kaptan ateş açmıştı sonra üstüne de David azarlamıştı kaptanı orada bayağı etkileyici buldum. İlk filmlerde daha ilkel bir yapıda olan yaratıklar insanların yüzlerine atlıyordu hatırlarsanız ve yumurtalar o şekilde yeni kovan buluyordu burada yine bu ilk türe ait yaratıkları görürken sadece hava yolu ile canlı bir form bularak hayata tutunabildiklerini görüyoruz.
Filmin başında çok tanıdık bir yüz görüyoruz üstelik tayfanın ilk kaptanı olan kişi hani kapsülde ki sorun nedeni ile filmin çok ufak bir kısmında yer alıyor. James Franco’yu görmek şaşırttı ama asıl şaşırtan filme girmesi ile çıkması oldu sanırım.


Filmin sonu ise devamının geleceğinin göstergesi zaten ama asıl soru Daniels ve Tee’nin başına nelerin geleceği umarım Elizabeth Shaw’ın başına gelenler gibi olmaz artık bekleyip göreceğiz.

GAIA
ROMEO VE JULIET
YÖNETMEN: Baz LUHRMANN
IMDB:6,8



"Şiddetle başlayan hazlar,
Şiddetle son bulurlar.
Ölümleri olur zaferleri, 
Öpüşürken yok olan ateşle barut gibi..."



Öncelikle yönetmen hakkında söylemeliyim ki en sevdiklerim arasında kendisi, nedeni ise filmlerinde görselliğe oldukça önem vermesi, sanki bir filmden çok fotoğraf gibi akıyor sahneler, Baz Luhrmann’ın filmlerinde her kare ayrı bir güzel oluyor. Daha öncede Moulin Rouge ve Muhteşem Gatsby filmlerinin incelemesini yapmıştık. Bugünde yüzyıllar öncesinin bir hikâyesi olan Romeo ve Juliet’in Miami yorumu ile daha günümüze yakın olan bir çerçeveden bakacağız.

Hikâye bilindiği üzere iki düşman ailenin çocuklarının birbirine olan aşkı ve ailelerin düşmanlığı çerçevesinde dönüyor. Film en başta televizyon haberlerine bile konu olan kavgaları ile her zaman gündem de olmaları ile başlıyor ve filmin bitimi de yine haberlerde yer alıyor. Hikâyenin detaylarına girmeyeceğim çünkü zaten az çok herkes aşinadır. Ne zaman bu iki ailenin gençleri birbirlerini görse bir kavga başlıyor, tabi kılıçlarla olan bir düello olmuyor. Kılıcını çek denildiğinde kılıçlar yerine kılıç ismini taşıyan silahlar yer alıyor.
Film absürtlükler ile başlıyor, sürekli eğlence, dövüş derken davetsiz bir partiye katılan Montaguelerin genç varisi, Juliet’ i görüyor. Kızın gerçekte kim olduğunu öğrendiğinde ise birbirlerinden çok etkilenmeleri sonucunda evliliklerinin aileler arasındaki anlaşmazlığı sonlandıracağını düşünüyorlar.

Filmde Romeo’yu canlandıran Leonardo Di Caprio ’nun filmdeki görüntüsü giydikleri her şeyi ile tam olarak zihne kazınan bir karakter olarak karşımıza çıkıyor. Şimdiye kadar yüzlerce kez oynanan bir oyun olmasının yanı sıra sinemaya da defalarca uyarlanan filmin en bilinenler arasında olmasına şaşmamamız lazım. Bir diğer karakter ise Juliet’i canlandıran Claire Danes, açıkçası ilk başta pek etkileyici gelmedi diyebilirim ama filmi izlemeye başlayınca kesinlikle çok iyi bir karar dedim. Claire Danes’i çok fazla dizilerde falan görüyordum fakat Juliet olduğunu fark ettiğimde açıkçası şaşırdım. Kendisi daha çok dizilerden aşina olduğum bir kimseyken; Leonardo kariyerine sinema dünyasından ilerlemeye devam edecek ve zaman geçtikçe adından daha da bahsettirecek…
Filmin eski ve yeniyi bütünleştiren bir tarafının olmasının yanı sıra repliklerin daha çok shakespearevari bir şekilde olduğunu da söylemem lazım. En başlarda biraz garip gelmişti fakat konu ilerledikçe her şey yerli yerine oturuyor ve bir şölene dönüşüyor. Tabi herkes aynı fikirde olmayabilir şahsen filmi ilk izlediğimde lise 2. Sınıftım ve pek bir şey anlayamamıştım replikler kafamı karıştırmıştı. Şuan üniversite son sınıfta tekrar izlediğimde ise ne kadar mükemmel bir film olduğunu fark ettim. Leonardo ise en sevdiğim oyuncular arasında daha da bir yükseldi demeliyim.
En hoşuma giden karakterlerden biriside Romeo’nun arkadaşı olan Mercutio oldu. Rolü o kadar sempatik oynamış ki ölmesi açıkçası üzücü oldu. Zaten olayların karışması buradan sonra başlıyor.

Filmin son sahnesinde Romeo, Juliet’in mezarına geldiği sırada içerisinin mumlarla aydınlatılmış olduğu karelerde aklımdan geçen ilk şey o kadar çok mum, nasıl hepsi aynı anda yanabildi ve bu sahneyi nasıl çektiler diye düşünmeden edemedim.
Bir diğer bahsetmek istediğim şey ise filmden bağımsız olarak One Piece adlı dünyaca ünlü animenin-ayrıca benimde çok sevdiğim bir animedir-başkarakterlerinden olan Sanji karakterinin kimden esinlenildiğine de değinmeden geçemeyeceğim, anime zaten karakter yaratımı açısından tanıdık simalar kullanması ile biliniyor. Romeo’nun sürgüne gönderildiği kısımda karavanın dışında oturup beklerken giydiği siyah takım elbise, sigara içişi, yürüyüşü her şeyi ile tıpatıp aynı diyebilirim. One piece dünyasının Romeosu da diyebiliriz.



Filme bir göz atmadan geçmeyin derim. Özellikle de oyunculuk ve görsellik için izlemeye değer.


GAİA

14 Kasım 2016’ da yayına girmiş olan Walt Disney Animasyon tarafından üretilen ve piyasaya sürülen Amerikan Bilgisayar Animasyonlu ailenin filmi. Zootopia’dan sonra 2016 yılı içerisinde yapılmış ikinci uzun metrajlı film olarak kendinden söz ettirmektedir.

Günümüzde artık daha çok animasyon filmlerle karşılaşmaktayız ve sadece çocuklar değil büyüklerde düşünüldüğü için çok mutluyum kendi adıma. Çünkü animasyon filmlerin, içimizde ki çocuğa seslendiğini düşünüyorum. Her ne kadar fiziki ve mantıken değişime uğrasak da ruh diye bahsettiğimiz olguda masumluğumuzu ve umutlarımızı saklıyoruz. Animasyon Filmler, “eskiden” çocuk filmi deyip görmezlikten geldiğimiz, artık saf gerçekliği, aktarılmak istenilen mesajı doğrudan insanlığa veren eğlendirici ve öğretici filmler olarak beğenimize sunulmaktadır.


Moana’da Walt Disney karakterlerinden farklı çizimiyle oluşturulmuş prenses -kendi deyimiyle “şef”- olan yeni karakterimiz. Açıkçası farklı olması çok sempatik olmuş. Özellikle Moana’nın bebek hali çok tatlıydı :).
Görsellik, renkler, karakterler birde danslar ve müzikle birleşince gerçekten eğlenceli bir film ortaya çıkmış. Ayrıca bir diğer hoşuma giden nokta ise mitolojik olgu ve kavramların kullanılması. Maui'nin ateşi çalıp insanlara hediye etmesi ile Prometheus'a, Moana'nın kalbi takması sonucu toprağa dönüşen ruh ile Mother Earth'e yani Yunan Mitolojisinde Gaia olarak adlandırılan Doğa Anaya gönderme yapılmış. Mitolojik unsurları hemen hemen bilim-kurgu filmler de sıkça rastlayabiliyoruz. Fakat çocuklar açısından baktığımızda animasyon filminde bu tarz mesajlar dikkat çekici olmuş.            -Bir gönderme de benden bu yazımdan; Kritik İncelemeler yazar arkadaşım, Gaia'ya olsun :) -




Moana hem ele aldığı kültür bakımından hem karakterler yapısı bakımından değişik ve güzel bir animasyon filmi. Ayrıca film içerisinde birçok kez şarkı söylemleri ile karşılaşmaktayız. Bu yönüyle birazda müzikalimsi bir havası da yok değil. Özellikle Maui’nin şarkısı favorim oldu. Filmde, illa bir alt metinden mesaj veriyim kaygısı olmamış, çokta iyi olmuş. Bazen mesaj kaygısına kapılınca film eğlendirici havadan çıkıyor ve sıradanlaşabiliyor. Ki animasyon filmlerin sıradanlaşması demek vasatlık demek olarak düşünüyorum.

Adada yaşayan Polinezya kabilesini ele alan filmimiz de, Moana kabilesinin gelecekte ki şefidir ve kabilesine sahip çıkıp hizmet etmesi beklenmektedir. Fakat Moana, Büyükannesinin anlattığı efsanevi hikayeden etkilenmiştir ve okyanusun cazibesi de onu oldukça çekmektedir. Efsanenin de doğruluğuna inanan Moana merakı ve kabilesine yardım etmek amacıyla bir serüvene atılır. Bu serüvende ona eşlik edecek olan Maui ile olaylar bir bir gerçekleşmeye başlar. Ha birde şapsal hayvanımız Hei de onlara eşlik etmektedir.

Orijinal diliyle izlemek tabii ki en doğru seçim fakat Türkçe Dublajı da fena olmamış. Yani en azından benim hoşuma gitti. Tabii çeviri yapılırken cümleler değişime uğrayabiliyor ama dediğim gibi çokta rahatsız edici değil.

Eğlenmek, gülmek ve biraz olsun çocukluğu hissetmek istiyorsanız izlemenizi tavsiye ederim. Yüzünüzde tebessümle izleyeceğinizden kuşkunuz olmasın.


MAUİ’nin “Türkçe Dublajlı haliyle” dediği gibi hepiniz;  CANIMSINIZ :)




FERONİA




“Ben bir müşteri ya da bir hizmet kullanıcısı değilim… Ben, bir sosyal güvenlik numarası, ekrandaki bir görüntü değilim… Sizden hakkım olanı istiyorum. Ben, Daniel Blake, bir yurttaşım. Ne daha az, ne daha fazla.”


Uzun süredir izlemek istediğim filmlerden biriydi: Ben, Daniel Blake.


Filmi az önce bitirdim. Hakkında yazılmış birkaç yazıya denk geldim, onlara baktım. Farklı bir konu olmadığı ve “sıradanlığı” yüzünden Altın Palmiye’ye layık görülmesi eleştirilmiş.  Konusunu işleyiş bakımından da zayıf bulanlar olmuş. Fakat ben bu tür olumsuz eleştirilere katılamayacağım gibi Altın Palmiye konusu da bu konunun eleştirmenlerine kalmış bir yönü…

Gündelik hayatımızın her yanında karşımıza çıkan bürokratik işleyişi ve içinde bulunduğumuz düzeni yalın bir dil ile anlattığını düşündüğüm film: Daniel Blake adında marangoz ustası bir adamın kalp krizi geçirerek işini bırakmak zorunda kalışını ve sosyal güvenlik kuruluşundan çalışamaz raporu almaya çalışmasını konu alır. Daniel Blake bu süreçte, iki çocuğu ile tek başına Londra’daki bir evsizler yurdundan Newcastle ‘a yeni taşınan Katie ile tanışır. Film temelde bürokratik işleyişi ve post kapitalizmi eleştiri yağmuruna tutarken yabancılaşmış ve “ben”ciliğin üst bir değer olduğu toplumda; Daniel, Katie ve çocuklarının aralarında gelişen dostluğu, paylaşım ve yardımlaşma gibi insani konuları sadelikle ele alır.

Diyebilirim ki beni en çok etkileyen şey yoksullukla mücadele etmeye çalışan insanların aralarındaki paylaşım ve içtenlikti. Filmi izlerken zaman zaman kendimi Kafka’nın Dava’sında buldum. O bürokratik engeller, soğuk insanlar, tedirgin ve yılgın bir bekleyiş ve sanki bir labirentteymişçesine karmaşıklaşan süreç… Kurumdaki insanların soğuk tavırları ve aralarından biri samimiyetle yardımcı olmaya çalışınca ‘kötü örnek’ olacağı için azarlanmasını da ben; liberal politikalar ile yönetilen ülkelerin sosyal devlet anlayışına bakışına yorumladım diyebilirim. Hasta yatağı için bile vergi ödeyen insanlar emekliliklerini sağlayacak bir gelire bile sahip olamıyorlar. Filmde bir diğer dikkate değer nokta vasıflı işçi ve yahut memur olan kimselerin daha soğuk, kayıtsız ve duyarsız olmalarıydı ve fakat buna zıtlık teşkil edecek biçimde Daniel ve Katie ve çocukların ilişkisine baktığımızda ve Daniel’in genç erkek komşuları ile ilişkisinde daha samimi, içten ve ‘halden anlayan’ bir atmosfer gördüğümüzü düşünüyorum.


Filmde insani değerler ve ekonomik düzenin adaletsizliği ve bürokrasinin katılığı çok sade bir biçimde anlatılmış ve bu sadelik (bence) hikâyeyi çarpıcı bir hale getirmiş. Çok güçlü bir gerçekçiliğe sahip olan film bana sanki bir kurgudan çok uzakmış gibi göründü diyebilirim. Gerçekçiliği çok vurucuydu.





MOMOS
Blogger tarafından desteklenmektedir.